Warning: getimagesize(resimler/icerikler/11-eylul-ve-amerika-nin-adil-savas-tezine-yeni-egilimi.jpg): failed to open stream: No such file or directory in /home/haber100/domains/haber100.com/public_html/ydh/detay.php on line 18
11 Eylül ve Amerika’nın adil savaş tezine yeni eğilimi

Warning: getimagesize(resimler/reklam/dasfa.jpg): failed to open stream: No such file or directory in /home/haber100/domains/haber100.com/public_html/ydh/reklam.php on line 16

banner1


11 Eylül ve Amerika’nın adil savaş tezine yeni eğilimi

img
11 Eylül ve Amerika’nın adil savaş tezine yeni eğilimi YDH

IRIB-Amerika’da vuku bulan 11 eylül olayları politika ve güvenlik alanlarında yeni eğilimlere yol açarken Amerikan yönetiminin uluslararası hukuka bakış açısında

IRIB- Bu yazıda ilkin hukuk tarihinde adil savaş konusu gözden geçirilecek, daha sonra hukuksal bir yaklaşımla yeniden gündeme alınması tartışılacaktır.

 

Amerika’da vuku bulan 11 eylül olayları politika ve güvenlik alanlarında yeni eğilimlere yol açarken Amerikan yönetiminin  uluslar arası hukuka bakış açısında da değişikliğe sebep oldu, öyle ki adil savaş kavramı gibi uluslar arası alanda kullanma tarihi geçmiş bazı kavramlardan dünya sorunlarının çözümü için yararlanmayı bile düşünür olmuş. Bu arada adil savaş (just war) kavramı ayrı bir itibar kazanmış, öyle ki hatta bazı tanınmış uzmanlar Amerikalı politikacıların yardımına koşmuş ve yayınladıkları bildirilerle Amerikan yönetiminin uluslar arası politik, ahlaki ve hukuki eylemlerini haklı göstermeye çalışmıştır.

 

Bu yazı ilkin hukuk tarihinde adil savaş konusu gözden geçirecek, daha sonra hukuksal bir yaklaşımla yeniden gündeme alınmasını tartışacak.

 

Devletler arası ve özellikle uluslar arası hukuk alanında adil savaş tarihi, bu kavramın yeni uluslar arası hukuk açısından tekrar gözden geçirilmesi, ve son olarak Amerikan yönetiminin bu konudaki eğilimi ve bu eğilimin doğru olup olmadığı, yazıda ele alınacak üç ana ekseni oluşturuyor.

 

Giriş:

 

İnsanoğlu ile her zaman birlikte olmuş ve insanlık tarihi kadar geçmişi olan bir gerçek, savaş olgusudur ki insanlar çok kez sorunlarını çözümlemek için bu yola başvurmuş ve ağır kayıplara katlanmıştır. Ancak bu uğursuz olgu sürekli tekrarlanmasına karşın insanoğlu zararını asgariye indirmek için büyük çaba sarf etmiştir, fakat yine de bu olguyu tamamen yok etmek mümkün olmamıştır. Bu güne dek sarf edilen çabalar genellikle iki eksen etrafında toplanabilir ki bunlardan biri savaşın başlatılması için bazı kabul edilebilir şartların belirlenmesi, ikincisi de savaşta kullanılacak silahların belirlenmesi.

 

Birinci eksene yani savaş için gereken şartlara gelince, burada adil savaşın meşruiyeti veya meşru savaş söz konusu ki batı toplumlarında uzun bir maziye sahip sayılır ve ara sıra uzmanlar, politikacılar ve hatta dindar kesimlerce kullanılır. Öte yandan böyle bir savaşın şartları ve kendine özgü elzemleri aynı zamanda tartışılan konular arasında yer almaktadır. Genellikle orta çağda Avrupa toplumlarında sarf edilen bu çabalar sonuçta adil savaş tezinin tortaya çıkmasına sebep oldu ki amacı düşmanı ve askeri kapasitesini yok etmekti, gerçi pratikte bu teze başvurmak bazen belli bir ülkenin, grubun ve hatta belli bir kişinin çıkarlarını korumak için yapılmıştır.

 

Son zamanlarda ve özellikle Amerika’da vuku bulan 11 eylül olaylarını müteakip bazı Amerikalı yazarlar Amerikan yönetiminin yaptıklarını haklı göstermek için bir bildiri yayınladılar ve Amerikanın siyasi düzeninde bazı aksaklıkların varlığına itiraf etmenin yanı sıra eski adil savaş tezini bir  kez daha ihya ederek Amerikan yönetiminin yaptıklarına uluslar arası hukuka uydurmaya çalıştılar.

 

Bu yazıda adil savaşın teorik sürecini irdelemenin yanı sıra ilkin bu teze egemen olan kurallar ele alınacak ve daha sonra da bu tezin uluslar arası belgelerdeki yeri ve uluslar arası hukuk ile bağlantısı tartışılacak. Yazının sonunda ise bu tezin yeni uluslar arası alana ve özellikle 11 eylül olayları ve Amerikan yönetiminin tutumu ile ilişkisi araştırılmaya çalışılacak.

 

Konunun açıklanması: Adil savaş tezinin yeniden gündeme gelme sebep ve etkenleri.

 

Amerika’da vuku bulan 11 eylül olaylarından sonra Amerika ve ayrıca uluslar arası kurumlarca bu olayın kınanması yolunda bazı eylemler gerçekleşti. Ülke genelinde savaş durumu ilan eden Amerikan yönetimi olayın faillerinin cezalandırılması için ısrar ederek iç ve dış alanda büyük çaba sarf etmeye başladı. Bu arada güvenlik konseyi de olayı kınama yolunda bazı bildiriler yayınlamaya başladı.

 

Güvenlik konseyinin 1368 ve 1373 sayılı kararnamelerinin yayınlanması ve bu saldırıların askeri saldırı nitelendirilmesinin ardından Amerikan yönetimi uluslar arası destek olmamasına karşın Afganistan’a saldırdı ki bu saldırı sonucu Taleban yönetimi devrildi ve Bonn zirvesinin ardından geçici bir iktidarın oluşmasına zemin hazırlandı ve sonunda geçiş hükümeti kuruldu.

 

Gerçi Afganistan saldırısı ciddi muhalefetlerle karşılaştı ve dünya kamuoyunca kınanması yanı sıra uluslar arası hukukçular ve siyaset uzmanları da olaya tepki gösterdi. Ancak Amerikalı devlet adamları bu saldırıların devamına ve hatta başka ülkeleri de kapsayacağına vurgu yaptılar, öyle ki hatta bazı Amerikalı düşünürün de desteğini kazanmayı başardılar.

 

Bu doğrultuda 12 şubat 2002de bu ülkenin bazı aydınları bir bildiri yayınladılar ve Amerikan yönetiminin geçmiş yersiz müdahalelerini kınamakla birlikte Afganistan ve hatta diğer ülkelere yönelik muhtemel saldırılarını haklı göstermeye çalışarak bu savaşın adil savaşın ta kendisi olduğunu empoze etmeye çalıştılar. Gerçi bu kavram 19. yüz yıldan sonra nerdeyse unutulmuş bir kavram olup hatta meşruiyeti sorgulanmaya başlamıştı bile. Bu bildiri Amerikalı ve diğer bir çok aydının tepkisine yol açtı. Bu yazıda bildiride sözü edilen adil savaş kavramı ele alınacak ve geçmişi aktarılırken meşruiyeti tartışılacak.

 

1- Uluslar arası hukukta savaşın konumu:

 

Genel olarak siyasiler ve uluslar arası hukuk uzmanları savaşa iki farklı bakış açıları vardır. Kant gibi barış taraftarı olan kimileri mutlak surette savaşı kınıyor ve uluslar arası arenadan tamamıyla silinmesini istiyor. Ancak kimileri de savaşı medhediyor ve daha da şiddetlenmesini istiyor. Bu zümreye Hegel gibilerini örnek verebiliriz ki Kant’ın aksine savaşı ahlaki ve tarihi bir zaruret niteliyor ve sonuçta özgürlüğe sebep olduğunu savunuyor. Daha da ötesi Hegel savaş sonucu milletlerin ahlakının süreklilik ve kalıcılık arz edeceğini ve gölleri bozulmaktan koruyan rüzgar gibi olduğunu savunuyor.

 

Savaş tezini açıklarken Hegel daha da ileri gidiyor ve dünya huzurunun tek yolunun barış olduğunu savunanlara ve kalıcı barış peşinde olanlara karşı çıkarak barış taraftarlığını saflık niteliyor ve sürekli kendini yenileyen siyasi düzenlerde olumsuz bir etken olduğunu savunuyor. Hegel'e göre devletlerin sağlığı barıştan ziyade savaşa endekslidir.

 

Buna karşın kimileri savaş olgusunu hukukun ötesinde ve kimileri de onu hukuktan uzak görmüşken çağdaş insanlar bu olguyu tamamen hukuka aykırı sayıyorlar.

 

2- Adil savaş tezi:

 

Bu tezin mazisi, eski Roma’da istinad edilen Sisron dönemine uzanıyor. Orta çağda da bazı teorisyenler Hıristiyanlığın öğretilerine dayanarak bu tezden söz ettiği gözleniyor. Bu konuda kendilerinden bazı yazılar da geride bırakanlardan Francisco Victoria (1548 – 1617), Cristian Volf (1679 – 1704) ve bir kaç kişiden söz edilebilir. Bu arada adil savaş ile ilgili en ilkel hukuki tez Agustin'e aittir.

 

Agustin'e göre barışı sağlamak hükümetin görevi olduğundan barışı elde etmek için savaşa baş vurulabilir. Bir başka tabirle savaşa baş vurmanın tek gerekçesi barışı korumak veya ciddi bir tehdide karşı koymaktır. Aksi takdirde hiç bir savaş meşru ve adil olamaz. Savaştan bu tür algılama Agustin'den daha önceki düşünürlerde de gözleniyor.

 

Özet olarak adil savaş tezini şöyle tanımlayabiliriz:

 

Çıkarları korumak için askeri güç kullanmak veya her türlü savaş adil ve meşrudur.

 

Bu tez daha önce de belirtildiği üzere din adamlarının eserlerinde görüldü. Gerçi daha sonra sekular havaya büründü ve uluslar arası hukuk tarihinin bir döneminde hukukun temel ilkeleri arasında yer almaya başladı.

 

Din adamlarına gelince, Katoliklerin büyük bir kısmı ve bazı Protestanlar bu tezin üzerinde ısrarla durdular ve Roma imparatorluğunun Hıristiyanlığın nüfuzu altına girmesi ile ortaya çıktı, öyle ki 4. ve 5. yüzyıllarda devlet adamlarının tavırlarını bu tez şekillendirmeye başladı. Bu teze dini bir hava veren ilk kişi Agustin idi. Agustin'e göre:

 

Savaş bir milletin hayatının bir bölümünü oluşturuyor ve savaş ilanı ve başlatması da kralların barış ve güvenliği sağlamak için en doğal hakkıdır ki bu da doğal hukukta meşrudur. Bu hukuk ise tanrı tarafından vazedilmiştir.

 

Bu ifadeler Agustin'in doğal hukuku ilahi saymanın yanı sıra adil savaşı da bu hukukla ilişkilendirmesine özen göstermiş ve bu teze bir nevi meşruiyet kazandırmaya çalışmıştır.

 

Agustin’den başka adil savaşın meşru ve doğal olduğunu savunanlar arasında Akuynas da yer alıyor. Ancak Avrupa’da sekular akımların şekillenmesi ve uluslar arası hukuk tezinin ortaya çıkmasıyla birlikte adil savaş tezi tekrar sekular konum kazandı ve Sisron dönemi gibi dünya toplumu devletlerinin sosyal yaşamı için bir zaruret sayılmaya başladı.

 

Ortaçağda uluslar arası hukuku dinden arındıran Grosios ‘savaş ve barış’ adlı eserinde adil savaş tezinin sekular bir tez olduğunu savunarak bu tezi kilise öğretilerinden ayrı ele aldı. Grosios adil savaş tezini sekular göstermek ve uluslar arası boyut kazandırmak suretiyle bu tezi tüm dünya toplumuna mal etmeye ve uluslar arası hukuk alanına kazandırmaya çalıştı.

 

Bu tez 19. yüzyılda Amerika gibi bazı devletlerce hayata geçirildi. Ancak daha sonra Lahey konvansiyonu gibi bazı uluslar arası anlaşmalar bu tezle muhalefet etmeye başladı. Gerçi 2. dünya savaşı sonrası belgeler de hep birlikte bu tezin meşru olmadığına vurgu yaptığı gözleniyor.

 

2-1- Adil savaş ilkeleri:

 

İster ilahi ister sekular, adil savaş tezi özel şartlara sahiptir ve bu tezi savunanların hepsi de hemen hemen bu şartlar üzerinde görüş birliğine sahiptir. Şartlar şöyle:

 

1- Savaşa başlama sebebinin meşruiyeti.

 

2- Savaşın yetkili makamca ilan edilmesi.

 

3- İyi niyet içermesi.

 

4- Yapılacaksa yeterli sebebinin bulunması.

 

5- Uygun silah ve yöntemlerle yapılması.

 

Bir başka tabirle eğer bir savaş güç kazanmak veya intikam almak için yapılırsa veya resmi olmayan yetkililerce başlatılırsa veya karşı tarafa hiç bir etkisi yoksa, adil ve meşru sayılamaz. Victoria ve Suarez gibi kimileri hatta şöyle bir ekleme de yapıyor: savaş ancak son çare olduğu takdirde meşrudur ve doğru yöntemlerle ve masum insanları yok etmeden yapılmalıdır.

 

2-2- Adil savaşla meşru savunma ayrımı:

 

Burada açıklık getirilmesi zaruri olan nokta, meşru savunma tanımı ve adil savaştan ayırt edilmesidir. Belki kimileri adil savaştan maksadın meşru savunma olduğunu zannedebilir ki bu tür savunma herhangi bir tehdit veya saldırıya karşı gerçekleşir. Bu konu tüm düşünce biçimlerinde makuldür ve tüm uluslar arası belgelerde bu konuya vurgu yapılmıştır.

 

Ancak unutmamak gerekir ki meşru savunma ciddi bir saldırıya karşı geçerlidir, oysa adil savaş potansiyel bir tehdit ve uzak bir ihtimal durumunda da söz konusu olabilir. Bir çok hukuk uzmanı meşru savunmanın uluslar arası hukukta yasal sayıldığını savunuyor ve BMT bildirgesinin 51. maddesi de bu konuya vurgu yapıyor.

 

Bu durum hatta ortaçağda yaşayan Victoria ve Suarez gibilerce de birbirinden ayırt edilmiş ve onlara göre saldırıya karşı savunma ahlaki açıdan kendiliğinden kabul edilebilir bir durumdur. Fakat en ilkel bir savaşın başlatılması yasal bir gerekçe ister. Bu yüzden savaşın meşruiyeti ile ilgili Agustin'in belirlediği şartların dışında iki şartın daha gerçekleşmesi gerekir.

 

Belki de bazı yazarların adil savaşın meşruiyeti ile ilgili Norenberg mahkemesi veya BMT bildirgesi gibi uluslar arası belgelerde işaret ettiği konu sözü edilen meşru savunma olabilir ki kuşkusuz bunun adil savaşla karıştırılması büyük bir yanlış olur. Çünkü meşru savunma akıl ve örf ve adet zaruretinin yanı sıra yasal temellere de dayanır.

 

2-3- Adil savaş karşıtlarının savunması:

 

Anlatılan tüm özelliklere karşın ikinci dünya savaşından sonra sayıları hızla artan ikinci bir grup bu teze şiddetle karşı çıkıyor ve uzantısı gelecek kuşakları da saracak olan zarar ve ziyandan başka bir getirisi olmayacağını savunuyor.

 

Bu teze karşı çıkanlar muhalefetlerinin sebebini üç eksen etrafında yoğunlaştırıyor.

 

1- Hıristiyanlık inancına göre savaş kabul edilemez bir durum olup bu inancın öğretilerine ters düşer.

 

2- Savaşın sonsuz hasarlarına bakılarak savaş ahlaki açıdan asla kabul edilemez.

 

3- Adil savaş tezi öz itibarıyla bir takım muğlaklıklara sahiptir ve bu yüzden uluslar arası ilişkilerde istinad edilemez.

 

Adil savaş karşıtları şöyle diyor: bu güne dek ahlak ilkesine göre hiç bir savaş gerçekleşmediğinden her hangi bir savaşın adil olacağı akla gelemez. Öte yandan savaş Hıristiyanlığın öğretilerine aykırıdır ve sonuçta ilahi tealime aykırı sayılır.

 

Bu çerçevede 1. ve 2. dünya savaşları sırasında kilisenin ileri sürdüğü tezler dikkate değerdir. 1. dünya savaşında papa Benedikt resmen adil savaş tezine karşı çıktı ve bu teze karşı direnerek savaşın bireylere yasak, devletlere serbest ilkesini reddetti. Papaya göre devletler de insan topluluğundan oluşuyordu. Öte yandan 2. dünya savaşı sırasında atom bombalarının geride bıraktığı yıkımın ardından papa 12. Pius savaşın anlaşmazlıkları çözümlemekte adil bir araç olamayacağını ifade etti. Bu kesime göre eğer geçmişte bile adil savaş tezi geçerli sayılmış olsa bile bugün artık yıkıcı izleri dikkate alınarak geçerli sayılamazdı.

 

Bu muhalefetler öylesine ciddi boyutlara ulaştı ki hatta kilise ve Vatikan bildirilerinde yeni silahlar savunma mahiyetinde olsa bile gayri meşru sayılıyordu, çünkü yıkıcı etkileri tahmin edilemezdi. Bu çerçevede bir çok insan 2. Fars körfezi savaşını gayri meşru idi ve adil savaş tezi bu savaş için geçerli sayılamazdı.

 

Tüm bu anlatılanların dışında şunu da unutmamak gerekir ki bu tezin meşru sayılması durumunda bile bir başka sorun ortaya çıkıyor ki o da saldırı zamanını teşhis etme ve savaş zaruretinin belirlenme yetkisinin kimde olmasıdır. Acaba saldıran taraf bu zarureti teşhis etmekle de mi sorumludur? Eğer bu varsayımı kabul edersek kuşkusuz savaşın meşruiyeti yine kabul edilemez, çünkü hem teşhisi koyan hem de uygulayan makam aynıdır ki bu da uluslar arası örf ve adetlere aykırıdır. Yani saldırı için uluslar arası tarafsız bir merci karar almalıdır ki savaşın meşruiyeti kabul edilsin.

 

Şimdi her iki tarafın gerekçeleri dikkate alınarak şu sonuçlar çıkarılabilir:

- Her türlü ilkel savaş kesinlikle yasaktır ve yeterli gerekçe olmadan savaş başlatılamaz.

- Savaş ancak ciddi bir tehlikenin ortaya çıkması veya gerçek bir tehdit durumunda meşru sayılabilir.

- Yeni silahların üretimi ile ilgili teknik bilginin gelişmesi ve bu yeni silahların tahrip gücünün tahmin bile edilememesi yüzündün her türlü savaş Hıristiyanlık öğretilerine aykırıdır.

 

2-4- Çağdaş uluslar arası hukukta adil savaş tezinin yeri:

Daha önce tüm hukuk uzmanlarının üzerinde mutabakata vardığı konunun meşru savunma olduğu ve belli bir çerçevede yapılması gerektiği anlatıldı.

 

Meşru savunma meselesi bu tezi savunanların eserlerinde en iyi şekilde ortaya çıkıyor ve bu yüzden geçmişte adil savaş olarak savunulan tezin gerçekte meşru savunma  olduğu anlaşılıyor. Örneğin Tomas Mor 16. yüz yılda Ütopya ile ilgili tezinde savaşı sırf savunma açısından meşru sayıyor ve bu yüzden bir başka savaşı durdurmak için yapılan savaşı adil görüyordu ki burada da iki başka şartın yerine getirilmesi ve savaş kapsamının kısıtlanması gerekirdi. İlkin savaşı başlama meşruiyeti ve ikincisi kullanılan silahların meşruiyeti.

 

Bu durum 19. ve hatta 20. yüzyılın başlarına kadar meşru sayılırdı. 2. dünya savaşından sonra yıkıcı etkilerini gören uluslar arası camia savaş olgusunu tamamen yok etmeye veya en azından önüne geçmeye azmetmeye koyuldu. Bu doğrultuda ve bildirgenin içeriği itibarıyla herkes bu olgunun şom olduğuna vurgu yaptı ve devletleri barışı yaymaya teşvik ettiler.

 

BMT bildirgesinin giriş bölümünün ilk maddesi gelecek kuşakların savaş ve olumsuz tesirlerinden korunmasını bu teşkilatın en önemli ilkesi olarak görüyor. İkinci bölümde de devletlerin uluslar arası barış ve güvenliği güçlendirme yolunda birleşmeleri gerektiği vurgulanıyor.

 

Daha sonra bildirgede bu amaçlar detaylı bir şekilde açıklanıyor ve ülkelerin toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığına yönelik her türlü tehdit veya zora başvurulması yasak ilan ediliyor.

 

Teşkilatın ana hedeflerinden biri olarak zikredilen uluslar arası barış ve güvenliğin sağlanması BMT bildirgesinde ayrı bir konuma sahiptir ve bu yüzden bildirgenin 7. bölümünde bu konuya açık bir şekilde yer verilirken tehditlere karşı teşkilatın mücadele yolları ifade ediliyor. Bildirgenin bu bölümü dikkatle irdelendiğinde evvela her türlü savaş veya tehdidin yasak olduğu ve devletlerin savaştan kaçınmaları gerektiği anlaşılıyor. İkincisi, bu tür tehditlerin vuku bulması durumunda diğer devletler değil sadece BM'in söz konusu tehdit veya savaşın durdurulması için girişimde bulunabileceği ifade ediliyor. Tabi bu girişimler ambargo veya askeri eylem olabilir ki gerçekte bir nevi uluslar arası camiayı savunmaktır.

 

Bildirgenin 7. maddesinin dışında 51. madde devletlere bireysel veya toplu halde şartlı izin veriyor ki bu izine göre askeri saldırı durumunda savunma yapılabilir. 51. maddede meşru savunma şöyle anlatılıyor: eğer askeri saldırı yapılmışsa ve güvenlik konseyi her hangi bir girişimde bulunmamış ise, dolaysıyla güvenlik konseyi operasyona başlaması durumunda söz konusu ülkenin savunması son bulmalıdır. Bunun dışında savunma zaruri olması gerekir ve uluslar arası barış ve güvenliği temin etmeye yönelik olmalıdır. Bu arada uluslar arası hukukçular ayrıca meşru savunmanın saldırıya uygun olması gerektiğini ve örneğin ufak bir saldırı karşısında çok yıkıcı silahların kullanılmaması gerektiğini ifade etmektedir.

 

Görüldüğü üzere BMT bildirgesi savunma dışında hiç bir savaşı meşru saymamakta ve vuku bulması muhtemel olmayan bir tehdit için dünyanın bir bölümünü hasara uğratmayı kabul etmemektedir.

 

3- Diğer uluslar arası belgelerde savaşın yasak olması:

 

En geçerli toplu sözleşme sayılan BMT bildirgesinin dışında bir çok uluslar arası belgede 20. yüzyılın başlarından itibaren savaşın vuku bulması önlenmeye çalışılmış, tabi mutlak yasak getirilememiştir. Bu doğrultuda ilk girişimler 1899 – 1907 yılları arasında Lahey konvansiyonları olarak bilinen anlaşmalarda ortaya çıktı ki buna göre devletler anlaşmazlıklarını mümkün mertebe barışçı yollardan çözmeye teşvik edildi. İlk konvansiyonda madde 2 ila 14te bu yasaktan ve devletlerin yükümlülüklerinden söz edildi.

 

Lahey konvansiyonlarından sonra ilk önemli belge, milletler topluluğunun 1919 yılındaki bildirgesiydi. Bu belge savaşı gayri meşru sayarak uluslar arası anlaşmazlıkları güç kullanarak çözümlemeyi kısıtlıyordu. Belgede anlaşmazlıkların yasal süreçlerle çözümlenmesi ve devletlerin savaşa başvurmaması vurgulanıyor.

 

Ancak daha sonra bu belgenin yetersizliği hissedilerek 1925te Lokarno anlaşmaları ortaya çıktı ve güç kullanmanın kısıtlanmasına daha da vurgu yaptı. Gerçi bu anlaşma bölgesel bir anlaşma idi lakin içeriği ve vurgu yaptığı konular itibarıyla uluslar arası hukuk alanında özel bir önem kazandı. Çünkü bu anlaşmada taraflar, savaşa başvurmaktan men edilmişti. Anlaşmanın 2. maddesi üye ülkeleri anlaşmazlıklarını savaş yoluyla çözümlemekten men ediyordu.

 

Bu anlaşmadan sonra Bryan–Klok olarak ün yapan anlaşma 1928’de yapıldı. Bu anlaşma Fransa’nın dönem başbakanı ve Amerikanın dönem dış işleri bakanı tarafından hazırlandı ve esas itibarıyla savaşı kınayan bir içeriğe sahipti. Anlaşmanın giriş bölümünde üye ülkeler silah kullanmaktan men edilirken 3. maddede anlaşmazlıkların barışçı yollardan çözümlenmesine vurgu yapılıyor, ayrıca 1. maddede savaş kesinlikle yasak ilan ediliyor. Bu anlaşma bir çok uzmana göre savaşın yasaklanması açısından bir dönüm noktası sayılıyor ki daha sonraları da savaşın uluslar arası hukukta yasaklanması bu anlaşmaya göre gerçekleşiyor.

 

Bölgesel ve uluslar arası anlaşmaların yanı sıra bir çok ikili veya çok yönlü anlaşma da imzalanıp her biri bir nevi savaşı kısıtlıyor veya yasaklıyor. Bu çerçevede Latin Amerika ülkelerinin bölgesel anlaşmasının 1929 yılında imzalanmasına değinebiliriz. Yine aynı bölgede 1933te barış ve saldırmama anlaşması imzalandı ki Saverda – Lamas olarak ün yapan bu anlaşma daha sonra uluslar arası boyut kazandı ve Latin Amerika dışında bazı Avrupa ülkeleri de bu anlaşmaya katıldı. Anlaşma 1948 yılında Bogota olarak ad değiştirdi ve 20. maddesinde kesinlikle savaşmak yasaklandı.

 

Londra anlaşması 1933'te saldırı ve unsurlarını tanımlamak için imzalandı ki bu da savaşı her haliyle yasaklayan diğer uluslar arası belgelerden sayılır.

 

BMT kurulduktan sonra bu kurum da görevi icabı bir  çok yerde savaşı ve savaş çıkarmayı yasaklayan kararlar aldı ve yine bir çok uluslar arası belgenin hazırlanmasına imza attı. Bu aşamadan sonra bazı devletler de bağımsız olarak her türlü savaşı men eden ikili veya çok yönlü anlaşma ve belge imzaladılar ki bunlara NATO ve Varşova paktlarını, Arap birliği anlaşmasını ve AGİT’İ örnek verebiliriz...

 

Bu anlaşmaların dışında yine BMT çok sayıda kararname çıkardı ki bunlara da 1965 devletlerin iç işlerine müdahale yasağı, 1974 saldırı tanımı,... örnek verebiliriz. Söz konusu yasaklar ayrıca her türlü savaş propagandası yasağını da kapsıyor. Uluslar arası açıdan büyük öneme sahip olan bir başka belge de Avrupa güvenlik ve işbirliği teşkilatı AGİT'tir. Bu bildirgenin ilk maddesinde hiç bir mülahazanın saldırıya gerekçe oluşturamayacağı vurgulanıyor ve daha sonraki maddelerde de zora başvurmak her ne şekilde olursa olsun yasak ilan ediliyor.

 

Bu teşkilata katılan ülkelerden dolaylı dolaysız her türlü zora başvurmadan sakınmaları isteniyor.

 

Tüm bu belgeler devletlerin ilişkilerinde zora başvurmamaları gerektiğini ve devrim karşıtlarına yardım etmek için tehdit veya güç kullanmak gibi tezleri kesinlikle reddediyor.

 

4- Adil savaş ve Amerikanın tutumu:

 

Meşru savaş ve uluslar arası belgelerde her türlü zora başvurma yasağının irdelenmesinden sonra, yani devletlerin ilişkilerinde uluslar arası hukuk gereği güç kullanmaktan kaçınılması gerektiği zaruretinden sonra şimdi de Amerikanın geçmişte ve şimdiki dönemde izlediği tutumu gözden geçirmeye çalışacağız.

 

4-1- Amerikanın 50li yıllardaki tutumu:

Amerikan yönetimi 20. yüzyılda ve özellikle 30lu ve 40lı yıllarda anlaşmazlıkların çözümü için güç kullanmaya kesinlikle karşı çıkıyordu ve bu çerçevede Norenberg mahkemesine katılan Amerikanın dönem baş savcısı şöyle demişti: bizim tutumumuz katlandığımız tüm zorluklara karşın savaşın yasal olmayan bir araç olduğudur.

 

Böyle bir tutum hatta Rozvelt dönemine dek devam ettiği ifade ediliyor. Burada ilginç olan konu bu tutumun ileriki yıllarda yani çeyrek asır sonra Fransa, İngiltere ve İsrail’in Mısıra saldırıları sırasında da Ayzenhaver tarafından vurgu yapılması dikkat çekiyor. Rozvelt yayınladığı bildiride adaletsizliğin bir başka adaletsizlikle önlenemeyeceğini vurguluyor. Bu tutumu onaylamak isteyen dönemin dış işleri bakanı da BMT genel kuruluna yazdığı mektupta eğer adaletsizlikle mücadele için savaş veya güç kullanmak meşru sayılırsa gerçekte BMT bildirgesinin göz ardı edilmiş olacağını ve dünyanın tekrar kaosa sürükleneceğini vurguluyor.

 

Bu dönemde savaşın ve hatta her türlü zora başvurmanın yasak olması Amerikanın uluslar arası arenadaki tutumu olarak biliniyordu ve bu politika Amerikanın resmi politikasıydı. Amerika hatta caydırıcı savaşları da yasak sayarak kınıyordu. Bu çerçevede Amerikanın dönem başkanı Nikson 1956da yaptığı konuşmada komünist devletlerin hedef aracı tevcih eder anlayışını şiddetle kınamıştı.

 

Burada daha da ilginç olan nokta, Amerikanın o dönemde hatta fiili bir tehdit karşısında bir ülkenin çıkarlarının korunması için yapılacak olan caydırıcı savaşları da kınıyor ve bu yöntemi despotça telakki ediyordu. Kore savaşı sırasında Troman şöyle diyordu: biz ilkel ve caydırıcı savaşlara inanmıyoruz, çünkü bu tür savaşlar demokratik ülkelerin değil, despot rejimlerin aracıdır.

 

Sonuç:

 

Amerikanın geçmiş tutumuna karşın 11 eylül olaylarından sonra bu ülkenin yönetimi artık uluslar arası hukuk ve kurallara uyma zorunluluğu hissetmediği ve hatta tüm uluslararası hukukçuların kınadığı girişimlerde bulunduğu anlaşılıyor. ABM olarak bilinen anlaşmadan çekilmek, Roma anlaşmasından imzasını geri almak savaş esirleriyle ilgili konvansiyonları hiçe saymak, Afganistan olayında olduğu gibi çok yerde insan haklarını çiğnemek,

 

Amerika’nın uluslar arası hukukçularca kınanan eylemlerinden bazılarıdır.

Kuşkusuz uluslar arası yasa ve kurallara karşı bu tür davranış ve terk edilen adil savaş tezini bir kez daha gündeme taşımak dünyayı korkunç bir uçuruma sürüklemekte olup karanlık bir gelecek görüntülemektedir. Çünkü hiç bir ahlak ve mantık uluslar arası kuralları çiğnemeyi haklı gösteremez. Kısacası Amerikalıların istinad ettiği adil savaş tezi uluslar arası belgelere göre hukuki açıdan haklı değildi.

 

Yazan: Abbas Ali Kedhudai



Makaleler

Güncel

Hava Durumu