SAAF-Faslı Felsefeci Zuheyr El-Huveylidi’nin 06.04.07 tarihli Kuds Al-Arabi için kaleme aldığı yazısını arkadaşımız Furkan TORLAK çevirdi
SAAF-Faslı Felsefeci Zuheyr El-Huveylidi’nin 06.04.07 tarihli Kuds Al-Arabi için kaleme aldığı yazısını arkadaşımız Furkan TORLAK çevirdi.
Dönüşümle ılımlılık arasında Araplar: Barış projesinin arka planı
Hiçbir yazarın milletine ve uygarlığına ilişkin kendisini ilgilendirmeyen konulara karışmaya hakkı yoktur! Zira bu konulara girişmek anlamsız ve boştur. Zira yöneticiler hikmet ve dehalarıyla gemiyi zaten güvenli bir şekilde yürütüyorlar. Dolayısıyla onlara itaat etmek, şükranda bulunmak, yorum yapmamak, eleştirmemek, durumlarını analiz etmemek gerekiyor. Bu noktada hiçbir aydının görüşünü bildirme, genel konulara ilişkin meselelerde tartışma masalarında serserilik yapmaya hakkı yoktur. Zira tüm bu konular yüksek yönetimin ilgi alanıdır ve böylesi bir girişim yönetimin egemenlik çıkarlarına zarar verecektir. Zaten Mekke ehli kendi işini daha iyi bilmez mi?!
Aydınların akademik perdeli müsabakalara katılması yeter. Güzellik yarışmalarına katkıda bulunsunlar; çeşitli işlerin ayrıntılarında kaybolsunlar; Arap tiyatro sahasında deli rolü oynasınlar; yahut kendilerini seyretsinler. Ama eğer Arap Zirvesi’nde olan bitenleri yazarlarsa, siyasi konularda konuşurlarsa; Arap Barış Projesi’ni eleştirel gözle okurlarsa büyük günah işlemiş olurlar. Bu üzerinde düşünülmesi imkânsız olan bir şeydir! Ama ilkelerden tavizler verilmesi, bunu bazen reel politik bazen güç dengelemesi bazen elde kalanın korunması gerekçesiyle yapılması garip değildir?!
Şehit Arafat’ın özgürleşmesi sonrası içerisinde namaz kılma rüyası nasıl terk edilebilir? O ki muradına erişemeden kuşatılmış bir şekilde zehirlenerek öldü! Acaba şu kuşağın da gelecek kuşakların topraklarına dönme hakkını kaybetmesi, ümitlerini yitirmesi ve rüyalarını engellemesi doğru mudur? Nasıl olur da toprak karşılığı barış; güvenlik ve koltuk sevdası karşılığı egemenlik ve onur ödün verilebilir?! Bu ne biçim bir zamandır ki parlak zekalar durumun normalleştirilmesinden bahsediyor?! Bu barış değil teslimiyetçilik, şiddetten uzak durma değil zaaf ve aptallık değil mi acaba?
Başımıza gelen ne büyük bir bela bu! Kılıcın keskinliği gittikten sonra kalemin karşı duruşu da kırılmış! Filistin davasının geleceği Arap Milleti Devleti projesinin geçersiz kalmasından sonra ne olacak? Özgür hareket tecrübeleri geri adımlar atıyor? Acaba Arap – Siyonist mücadelesi varlık hakkını sağlayacak bir İsrail’in zaferiyle mi son bulacak? “Okuma” medeniyetinin hezimeti, varlık hakkına sahip olan devletler listesine bir Filistin Devleti’ni ekleyemeyerek aciz kalarak mı olacak?
Şu durumda önemsememiz gereken şey gözlerden perdenin kaldırılması, görüşü engelleyen örtülerin aralanması! Ki böylelikle herkes tehlikeyi görsün; çeşitli tavırların ne derece hafif yahut ağır olduğunu bilsin ve bu tavırları dikkatle takip edebilsin. Bunun için Arapların içerisinde bulunduğu durumu iyi teşhis edebilmek gerekiyor. Aksi takdirde gelecek nesil bizim için “keşke toprak olsa” diyecek.
Arap dünyası globalleşme sürecinde üç cepheye bölündü: Engelleyiciler, ılımlılar, dönüştürücüler.
1- Engelleyiciler cephesi: Bu cephe, Arap tabanında birçok kuruluş ve örgüte sahip. Bu cephe şu meşhur üçlüyü tekrar ediyor: “Ne barış, ne tanıma ne de pazarlık”! Cephe, diktatörlüğe, Siyonizm ve emperyalizme karşı direnişi savunan bir projeye karışmış.
Bu cephe mensupları radikal Siyasal İslamcı gruplar, Arap milliyetçi akımlar ve kalan Arap solcularından globalleşme karşıtı olanlar! Cephe, yazar, gazeteci cemiyetleri, tıpçılar arasında yaygın ve Arap milletinin direncini savunuyorlar. Kimileri silahlı direniş sloganını yükseltiyor; silah yoluyla özgürlüğün sağlanabileceğine inanıyor ; Filistin’de, Lübnan’da, Irak’ta, Lübnan’da, Somali’de bulunuyorlar.
Bu gruplara önde gelen bazı yönetimler başka hesapları nedeniyle gizlice destek veriyorlar. Bu cephe kuşatılmış; göz önünden uzak tutulmuş, sessizce çalışan kesim ve bazı ilerlemeler kaydetmeyi başardı.
2- Ilımlılar cephesi: Bu uzun ve geniş bir cephe. Bu akım içerisinde birçok yönetim, partiler, kurumlar var. Hepsi demokrasiye, sivil topluma ve insan haklarına inanıyor ve alınan hakların barışçıl diyalog yoluyla elde etmeyi, şiddeti durdurmayı, aşırı güce başvurmamayı istiyor. Bu yüzden uluslar arası hukuka ve yasalara uymaya, sözleşme ve anlaşmalara saygı göstermeye çalışıyor ve savaş naralarından olabildiğince kaçınıyor.
Bazen bu cephenin de cesur tavırlar aldığını, şu yahut bu zamanda bağımsızlıktan ve kendine özgülükten bahsettiğini görüyoruz. Bunlar ihlal edilmesi durumunda uygarlık sembollerini savunuyor; kalkınma ve gelişim için yerel imkânların değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyor. Grup birçok aydın ile orta yol izleyen din adamları tarafından destekleniyor.
Ancak bu cephe tereddütlü; realite ile temas kurarken utanç duyuyor. Birtakım semboller dışında hiçbir sermayesi yok. Bu kesim siyasi kararları etkileyemiyor; tarihin akımını değiştirme gücüne de sahip değil! Zira birçok ayrışma, kötü yapılanma gibi sorunları var. Gruplar halinde çalışmaya devam eden cephe toplulukların etkin katılımını sağlayamadı.
3- Dönüştürücüler cephesi: Son zamanlarda güçlü bir şekilde ortaya çıkan bu cephe emperyalizm ve Siyonizm’in başaramadığı amaçları gerçekleştirmeye çalışıyor. Grup ilk olarak Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilanıyla ortaya çıktı.
Irak’ta direnişin yükselişi, emperyal savaşın hedeflerini yıkımla gerçekleştirememesi sonrası bu projenin adı Yeni Ortadoğu olarak değiştirildi. İşte tam bu sırada bazıları demokratik reform, klasik rejim tarzının ortadan kaldırılması çağrılarında bulundu. Buna göre bu yönetimler globalleşme ruhuna ve uygarlaşma mantığına uymuyordu.
Sonra yeni bir değişime gidilerek Arapların ılımlılığından ve ılımlı yönetimlerden dem vuruldu. Burada amaç Batı ve İsrail çıkarlarına hizmet edecek bir ılımlılıktı. Buna göre Filistin davası tarih çöplüğüne atılacak; dinler ve halklar arası nefretin gerekçesi de böylelikle ortadan kalkacaktı.
İşin ilginç yanı bu cepheye birçok akımdan, sosyalist, İslamcı, ulusal ve milliyetçi akımlardan katılımların olması. Her birinin farklı bir ismi var ve her birisi de kendi özel çıkarlarını savunuyor. Bu çıkarlar koltuğu koruma, yeni çıkan bir partiye gelecek üretmek, grup içi birliği korumak, dağılma ve ayrılma mantığına karşı çıkmak şeklindeki gerekçelerle destekleniyor.
Bu cephe gerçekten de az. Ancak karar mekanizmalarındalar; büyük etkileri var ve dış destekleri dolayısıyla içeride bir baskı oluşturabiliyorlar. Birçok dini, toplumsal, tarihi ve karizmatik otoriteleri yanlarına almış durumdalar.
Buradan yola çıkarak Arap barış projesinden “mültecilerin dönüş hakkı” maddesinin kaldırıldığını duyarsak şaşırmamamız gerekir. Ki bu değiştirme işlemi bazı anlamsız ifadelerle yapılabilir. Dolayısıyla Olmert’in Arap Krallarıyla gelecek zirvede görüşmeye hazır olduğunu ilan etmesine şaşmamak gerekiyor. Belki de Lübnan direnişi dolayısıyla kısa süre önce yenilgiye uğramış olan İsrail bu şekilde Arap ve İbrani Birliği’nde geleceğini güçlendirmeyi hedeflemiş olabilir.
Tabi biz bu işi meydanlarda olanlara bırakıyoruz. Ümit sadece direniş cephesine bağlı değil. Meydanda olan kimse ona bağlı. Onlar savaşın büyüklüğünü, çehresini daha iyi biliyorlar. Ancak gerçekten ılımlı olan Araplara ümit bağlanabilir. Bunların ılımlı oluşları milletin akıllıları olmaları yahut parlak zekaları değil! Bunlar medya, politika ve diplomasi savaşını yönetme konusunda daha fazla imkâna sahipler. Sürekli olarak iki arada bir derede durmaya özen gösterdikleri için ne aşırı giderler ne beride dururlar.
Arapların durumu ne Camp David’e ne de yeni bir Oslo’yu kaldırmaz. Mültecilerin dönüş hakkından ve Kudüs’ten vazgeçilmesi düşünülemez. Dinlerin özde birliği, kültürler arası diyalog ve uygarlıklar arası ilişkiler bir yana…
Görüyorsunuz: Direniş cephesinin ferdi bir hareketine karşılık nasıl da toplu yıkımla karşılaşılıyor. Peki bu mücadeleyi nasıl sonlandıracağız? Belki de bizim yeryüzünden silinmemizle biter; savaşı yitirmemiz yaşam hakkımızı da yitirmemizi beraberinde getirir.
Acaba Arapların İran ve Türkiye’yle Koalisyon kurup Malezya, Endonezya, Hindistan ve Çin’e açılması gerekmiyor mu? Acaba bu Batı’yla koalisyon kurup İsrail’e açılmaktan daha iyi değil mi?