SAAF-ABD’nin etkili düşünce kuruluşlarından Washington Institute, Türkiye’nin Soğuk Savaş’ın sona ermesinden itibaren başlayan ve 1996’lı yılların ikinci yarısından itibaren hız kazanan dış politika
SAAF-ABD’nin etkili düşünce kuruluşlarından Washington Institute, Türkiye’nin Soğuk Savaş’ın sona ermesinden itibaren başlayan ve 1996’lı yılların ikinci yarısından itibaren hız kazanan dış politika yönelimlerindeki farklılıkları konu alan bir seminer düzenledi.
Seminerde sunulan ve Alan Makovsky ile Sabri Sayari tarafından kaleme alınan “Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türkiye Dış Politikasının Dinamiklerini Değiştiriyor” başlıklı aşağıdaki makaleyi, Türk dış politikasının 1990’lı yılların ikinci yarısından beri geçirdiği evrimi ve Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinde sahip olduğu yeni motivasyonun kaynağını yansıtması bakımından önemli bulduk. 2000 yılında yayınlanan aşağıdaki çalışmayı arkadaşımız Sümeyye KAVUNCU çevirdi.
Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türkiye Dış Politikasının Dinamiklerini Değiştiriyor
1997 ve 1998 boyunca, Washington Orta Doğu Politikaları Enstitüsü Türkiye dış politikasının değişen dinamiklerini ve eğilimlerini incelemek için Washington’da bir dizi seminer düzenledi. Bu seminerlerin düzenlenmesine ilişkin karar, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’teki kuruluşundan beri çok önemli bir dönemden geçtiğinin ve Soğuk Savaş sonrasındaki dış politikasını değiştirmeye başlamasının fark edilmesinden sonra alınmıştır.
Soğuk savaş dönemi boyunca, Türkiye dış politikası sadece birkaç temel mesele ile sınırlıydı: Sovyet tehditleri savuşturmak, Yunanistan ve Kıbrıs karşısında Türkiye’nin çıkarlarını korumak ve ABD ve NATO’yla ilişkilerini güçlendirmek.
Çok daha az aciliyeti olan bazı diğer meseleler ise, Türkiye’nin Batı Avrupa’yla bütünleşmesi ve Soğuk Savaş sonrasında Suriye, Irak ve İran tarafından desteklenen terörizme karşı mücadele etmek… Tüm bu meseleler problemli konulardı ve bütün bunlar bir kombinasyon halinde olunca durum daha da karışık bir hale geliyordu.
1970’lerin ortalarında ABD Türkiye’ye silah ambargosu koyduğunda hedefleri bir yandan Washington’la ikili bir ilişkiye girerken, bir yandan da Kıbrıs’la ve Ege’deki düşman Yunanistan’la ilişki kurmaktı; fakat bu hedeflere her zaman kolayca ulaşamıyordu.
Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemi sonrası dış politikasının meydan okuyan tavrı, onun kendi varlığıyla ilgili büyük bir risk taşıyordu. Buna ek olarak, diğer NATO üyeleriyle birlikte, nükleer tehdit altındaydı. 1970’lerden sonra binlerce Türk, politik şiddet ve terörizm yüzünden öldürüldü, bu da açıkça gösteriyor ki Rusya’nın Türkiye üzerinde istikrarsızlaştırma emelleri vardı.
Bir yandan da, Soğuk Savaş, belli ölçülerde intizam, düzen ve kehanetleri empoze etmekteydi. Stalin’in Türkiye’nin kuzey doğusu hakkındaki iddiaları ve İkinci Dünya Savaşı’nın kötü sonuçları dolayısıyla Türkiye’nin içinde bulunduğu darlık, Atatürk ve Lenin tarafından kurulan Türkiye Rusya ilişkisini kesinleştirdi ve Ankara’yı Batıyla dostluğa sürükledi.
1950’lerin ortalarında Ankara ve Moskova aleni bir şekilde geçici olarak Soğuk Savaş’ın sonuna dek sürecek olan bir uzlaşmaya vardı. Türkiye ve ABD’nin Türkiye’nin NATO üyeliği için verdiği destek, Sovyetler Birliği’nin saldırgan hedeflerine mani olmak için çok etkiliydi.
Türkiye’nin Sovyetlerle olan uzun sınırları ve Varşova Paktı’na olan kısa sınır çizgisi, dost Bulgaristan’ın sessiz kalmasına sebep oldu. Ve Soğuk savaş boyunca hiçbir nokta, tabiî ki 1962’de Küba’da gerçekleşen füze krizi haricinde, Sovyetler Birliği’ne ve yakında oluşacak olan Varşova Paktı’na doğrudan bir savaş açmadı.
Ayrıca Soğuk Savaş dönemi boyunca, Türkiye’nin bölgesel ortamı, bugün olduğundan daha fazla kararlılık göstermişti. Kafkasya ve Orta Asya sağlam bir şekilde Moskova’nın kontrolü altına alınmıştı.
Balkanların gücü Tito’nun Yugoslavya’daki sert kuralları ve Soğuk Savaş disiplini ile birlikte kırılmıştı. Ortadoğulu komşular o zaman da şimdi olduğu gibi kararsız politikaların kaynağıydı; ama savaşa açıktan kışkırtılmaya elverişli değillerdi. Fakat bu komşulardan bazıları yavan eylemlere sahipti, Ankara genelde zayıflığından kısmen arınarak ticaret için onlara dalkavukluk etti. Ve umutsuz bir şekilde de olsa, Türkiye’nin Büyük Arabistan’ın oluşmasına destek olmasının “Filistin” ile sonuçlanmasının karşılığı olarak, Arapların da Büyük Türkiye’nin oluşması için “Kıbrıs”la sonuçlanacak bir destekle Türkiye’yi desteklemelerini bekliyordu.
Bugün Türkiye için -Amerika Birleşik Devletleri için de olduğu gibi- kendi varlığına ilişkin bir tehdit yoktur; fakat komşularının durumu her ne kadar artık nükleer savaş tehdidi altında olmasa bile her zamankinden daha karışıktır. Hiç şüphesiz, bütün bir kariyerlerini milletlerinin dış siyasetlerini Soğuk Savaş döneminin meydan okumalarından kurtarmak için harcayan Türk yetkilileri, şu anda da mirasçılarının sayısız yapay bölgesel problemle karşı karşıya geldiğini gördüklerinde hayrete düşüyorlar.
Türkiye –birbiriyle kesişiyor olsa da- yedi farklı bölgede doğrudan etkili bir rol oynamaktadır: Batı Avrupa, Balkanlar, Ege ve Doğu Akdeniz, Orta doğu, Kafkasya-Hazar bölgesi, Orta Asya ve Karadeniz…
Bu Sovyet sorası dünya, hala Türkiye için tehditler barındırmaktaydı; fakat aynı zamanda Rusya ile iyi ekonomik ilişkiler kurmak gibi fırsatlar da barındırmaktaydı. Bunlar; enerji dağıtımı için önemli bir merkez, yeni bölgesel işbirliği şemaları ve belki de AB üyeliği bile olabilir.
Sovyetler Birliği’nin Arap dünyası üzerine olan etkisinin geri çekilmesi üzerine Türkiye’nin Ortadoğu politikaları da rahatlamış oldu. Bu durum Ankara’nın İsrail’le yakın bir ilişkiye girmesine yol açtı ve Kuzey Irak’taki bölücü etnik Kürt organizasyonuna (PKK) karşı havadan ve karadan silahlı güçler konuşlandırdı.
Türkiye, Sovyet müvekkili ile bir kavga çıkması halinde, büyük patronla aralarında büyük bir yangın çıkacağından korkmadan, Suriye’ye PKK lideri Abdullah Öcalan’ı oradan çıkarması için ültimatom verdi (1998).
Değişen dinamikler
Washington Institute’nün asıl odaklandığı nokta isminden de anlaşıldığı gibi ABD’nin Türkiye’yi de içine alan Ortadoğu politikasıdır. Bizim Türkiye’nin dış politikasındaki değişen dinamiklere olan ilgimizin canlanmasının sebebi, Türkiye’nin 1990’dan beri ABD dış politikasındaki öneminin git gide artan bir rol oynamasıdır. Türkiye dünya meselelerinde gerçek bir bölgesel güç ve önemli bir devlet olarak ortaya çıkmaya başlamıştır.
Büyümekte olan bir özel sektörle güçlenmiştir, 1990’dan beri Türkiye ekonomisi dinamik bir büyüme tecrübesi yaşamaktadır. Askeri olarak, Türkiye ABD -Lockheed Martin firması- ile birlikte iki yüzden fazla F–16 savaş uçağı üretmesinin ve bin tane M-60 tankı edinmesinin de yardımıyla etkili, modern, geleneksel askeri güç ilkeleri elde etmiştir. Aynı zamanda, Türkiye’nin gücü artarken komşularının gücü de azaldı.
1990’da Türkiye’yle potansiyel acil güvenlik problemleri en çok olan bu komşular -Rusya, İran, Irak ve Suriye- ekonomik ve askeri servetlerinin batmaya başladığını gördüler. Yunanistan, Türkiye’nin komşusu ve NATO müttefiki, belki de Türkiye’nin en acil güvenlik tehditleri listesinde yer edinmeyi hak ediyor.
Her ne kadar düşüşe geçen bir güç olarak sayılmasa da, Yunanistan’ın nüfusu (11 milyon) Türkiye’nin nüfusundan (63 milyon) oldukça azdır ve büyük ihtimalle onun için Türkiye’nin büyüyen gücüyle eşitliği devam ettirebilmesi oldukça zordur. Böyle bir hesap belki de Yunanistan’ın 1999’un sonlarına doğru canlanan Türkiye’yle neden uzlaşmak istediğini açıklıyor.
Türkiye güçlendi ve komşuları zayıfladı, Türk yetkilileri gelenek haline gelmiş bu pasif dış politikayı yıkacak öz güveni kendilerinde bulabilmeye başladılar. (1974 Kıbrıs aracılığı bir istisnadır) Türkiye eskiden Sovyetlere bağlı olan ülkelerin bağımsızlığını kabul edecek ilk ülkeydi ve nitekim de daha Sovyetler birliği resmen yıkılmadan böyle oldu.
Ankara önceden beklenildiği gibi Sovyetlerden kopan Türk kökenli ülkelerle istediği düzeyde bir Türk “etki alanı” oluşturmakta başarılı olamadı. Fakat bölgede daha ciddi ticaret ilişkileri, enerji projeleri, bireyler arası çabalar ve neredeyse yıllık Türk zirve toplantıları gibi daha derin etkiler için temeller attı.
Onun İsrail’le yakın bağlar kurmasının başlangıcı geleneksel olarak Araplara karşı duyarlılığı olan bir ülke için bir yol ayrımıydı, en azından açıktan yaptığı politikalarda görünen budur. 1990 yıllarında, Ankara aynı zamanda Ortadoğu çok taraflı barış sürecinde askeri kontrol ve bölgesel güçler kapsamında önemli bir katılımcı olarak ve Balkan barışı koruma gücü ve bir Karadeniz ekonomik işbirliği alanı olarak bölgesel çok yanlı çabalara aktif olarak katıldı.
Aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle ilişkileri sırasında bu son on yıl içinde 1995’te gümrük birliği düzenlemesi, AB’nin 1999’da Türkiye’nin tam üyeliği için adaylığını resmen kabul etmesi ile çok önemli adımlar atıldı.
Soğuk Savaş bittiğinde, Türkler artık Amerika Birleşik Devletleri ve Batı için pek bir değer ifade etmeyecek diye endişeleniyordu, Sovyet ve Varşova paktı sınırları artık bir yüzleşme sınırı değildi. Washington’da politika oluşturmakla görevli halkalardan bazıları, öncelikle bu fikri paylaşmaktaydı; ama bu da uzun sürmedi.
Türkiye’nin jeostratejik konumunun öneminin, 1991’deki Körfez Savaşında ve savaş sonrası ABD’nin Saddam Hüseyin’i kontrol etme çabaları sırasında gitgide artması sonucu, Türkiye ABD dış politikasındaki yüksek önceliğini ve önemini korudu. Ve diğer savaş sonrası gelişmeler de bu bağları daha da sıkılaştırdı.
Bosnalı Müslümanların kötü duruma düşmeleri ve Rusya’da oluşan uzun vadeli belirsizlik ve bölgesel amaçlar doğrultusunda ABD, Türkiye’nin görüşlerine yakınlaştı. Aynı zamanda şu fikri de kucakladılar ki, Türkiye Hazar Denizi’nin enerji zenginliklerini taşıyan bu “doğu-batı enerji koridorunda” Rusya ve İran’ı da bu planın dışında bırakan bir çıkış noktası olmalıdır. Aynı zamanda, Türkmenistan ve Azerbaycan gibi ülkelerin özgürlüğünü artırmalı ve onların Batı’yla ilişkilerini sıkılaştırmalıdır.
Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’ye stratejik konumu dolayısıyla öncelikli değer atfeden küresel bir güçtür. Washington’un Balkanlardaki dengesizlik, Rusya’nın gelecekteki yönelimleri, İran’daki fundamentalizm, Irak’taki saldırgan tutum ve Ortadoğu’daki barış sürecinin kalıcılığı hakkındaki düşüncelerinin tümü, Türkiye’deki ABD politika danışmanlarını bu konularla ilgilenmeye zorlamaktadır.
Washington, bu çalışmada olduğu gibi, seminerler düzenlemektedir. Bunlar, ABD’nin dış politikası artan bir önem kazanırken ve böyle sistematik bir çalışmaya duyulan ihtiyaç artarken, Türkiye’nin tüm bölgelerle olan ilişkilerini anlayışımızı artırmak içindir.
Dış politika hakkında karar vermek
Resmi belgelere ek olarak seminerler, sunumlardan ve Türkiye’nin içindeki dış politika oluşturma süreçlerini ve temel dış politikada takındığı tavır üzerine olan bir takım tartışmalardan meydana getirmiştir.
Katılımcılar genelde Türkiye’de dış politika karar süreçlerinin mevhum bir elit tarafından oluşturulduğu konusunda hem fikirdir.
Bu konuda uzun zaman harcamış bir Türk diplomat, -emekli olmamış- geleneksel olarak Türkiye’nin dış politikasını şekillendiren, Dışişleri Bakanlığı, Başbakan ve ordudan oluşan klasik bir “üçayaklı sistem”den bahsediyor. Dışişleri Bakanlığı dış politika için gün be gün koşturuyor ve Türkiye’nin uluslar arası ilişkilerle ilgili meselelerinde temel uzmanlık kaynağı olarak hizmet sunuyor.
Başbakan ise, dış politika oluşturma sürecindeki anahtar siyasetçi; fakat onun ülkesinin diğer ülkelerle olan ilişkilerini belirleme sürecine katılımı ve etkisi tamamen onların dış politikaya olan kişisel ilgilerine göre boyut kazanan bir şey. Mesela Bülent Ecevit her zaman uluslar arası ilişkilere son derece önem vermiş bir insan, oysa Süleyman Demirel başbakanlık yaptığı 1960 ve 1970’lerde hep ülkenin iç işlerine eğilmiştir.
Ordu ise, tabiî ki, Türkiye’nin dış politikasında genelde baskın olan oyuncudur. Anayasal olarak, etkisini öncelikle üyelerinin yarısının ordu mensubu olduğu Milli Güvenlik Kurulu (MGK) aracılığıyla sağlamaktadır. Onun otoritesinin en büyük sebebi onun manevi liderliğinden ileri gelmektedir, askeri güç ve güvenlik meseleleri onun ülkeye çakmış olduğu kazıklarken, bir yandan da tarihteki Türkiye politikasının askeri gücüne dayalı olarak halkı korkutma yetisine sahiptir. Şurası iyi tahmin edilmektedir ki, Türkiye’nin Kuzey Irak politikasında ve PKK’ya karşı verilen savaş konusunda karar verme yetkisine sahiptir.
Seminerlere katılan çoğu katılımcı dış politikada uygulanan bu “üçayaklı sistem”in 1980’lerden beri, cumhurbaşkanlığının dördüncü bir temel faktör olarak ortaya çıkmasından sonra değişmeye başladığı hususunda hem fikirdir. Bu; kısmen, cumhurbaşkanının yetkilerini artıran 1982 anayasasının bir sonucudur.
Bu ayrıca şu değişiklikleri de yansıtmaktadır: 1983’te yapılan bir yasa ile MGK’nın ve onun başkanı olarak cumhurbaşkanının gücü ve misyonu artırılmıştır. Eğer bu değişimlerin önemi anında belirgin hale gelmiyorsa, resmi askeri lider Kenan Evren’i (1982’den 1989’a kadar cumhurbaşkanı olarak kaldı) başa geçiren 1982 anayasasının oldukça düşük karakterli olan tarzındandır.
Turgut Özal (1989–1993) ve Demirel’in (1993–2000) başbakanlıkları sırasında, cumhurbaşkanının dış politika kararlarında üstleneceği etkin rol açıklık kazandı. Başbakanlıktan cumhurbaşkanlığa atlayan politikacılar, bunun için partilerinin güçlü oylarına minnettarlar.
1967 anayasasından sonra, hükümet daireleri resmi törenler ve emekli ordu mensupları ile dolu iken, Özal ve Demirel halkın da desteğiyle devleti bu “partiler-üstü” cumhurbaşkanlığının küflenmiş fikrinden kurtardılar. Özal dış politika liderliği iddiasında bulunmakta tereddüt etmedi. ABD’nin Körfez’de Saddam Hüseyin’e karşı savaşmasını ve Türkiye’nin de bunu desteklemesini, epeyce idare etti, nerdeyse acele ile Türk silahlı kuvvetlerinin ve halkın mütalaasını ve gönülsüzlüğünü bir tarafa bırakarak…
Demirel, cumhurbaşkanı olarak çok daha geleneksel bir yaklaşım sergiledi. O, Özal’ın aksine dış politika departmanlarını öncelemedi. Bununla birlikte o yine de dış politika kararlarında çok önemli bir odak noktası oldu. Zaman geçtikçe, Demirel çok daha açıkça tanımlanmış roller üstlendi, Türkiye’nin Karadeniz komşuları, Romanya ve Bulgaristan’la olduğu gibi Kafkasya devletleri ve Orta Asya’yla olan ilişkilerine de öncülük etti. Ayrıca Türkiye’nin Hazar Denizi enerji hattı politikalarına da bürokratik bir tutarlılık getirerek bunu güvence altına aldı.
Meclisin dış politikaya etkisi ise çok daha nadirdir. Dış ilişkiler komitesi, henüz kendi ayakları üzerinde duramamakta, günlük politikaya anlamlı etkileri olmamaktadır. Belli sıra dışı durumlarda da herhangi bir rolü yoktur. Özellikle, savaş beyan etmede, Türk askeri birliklerin yurtdışına gönderilmesinde veya yabancı askeri birliklerin Türkiye’de tesis kurması gibi konularda anayasal olarak meclisin onayı gerekmektedir. Fakat bu parlamenter yetkilere çok nadiren ve ancak çıkacak karar önceden tahmin ediliyorsa başvuruluyor.
Buna ek olarak, bu tip acil durumlarda da 1991 Ocağında olduğu gibi meclis başlama işaretini devlet liderliğinden alıyor, ellerini biraz ovuşturduktan sonra devlet otoritesinin ABD savaş uçaklarının savaşta Irak’a karşı Türkiye topraklarını kullanmasını onaylaması için onlara bahşettiği “savaş güçleri harekâtı”nı çıkarıyor.
Meclis görünüşte Türkiye’nin dayandığı Huzur Operasyonu’na (HO) “Operation Provide Comfort (OPC)” [Kamuoyunda bilinen ismiyle Çekiç Güç] dayanarak Körfez Savaşı boyunca ABD’yi açık hava operasyonlarını Kuzey Irak’ın uçuş yasağı olan bölgesinde operasyon yapmaya zorlamada merkezi bir rol oynadı. (Bu daha sonra Kuzey Keşif Operasyonu (KKO) olarak adlandırılmıştır)
Bu, 7 yıldır ateşli bir şekilde tartışılan bir konu olduğu halde, meclis bu beğenilmeyen HO/KKO emirnamesini altı ayda bir yeniledi. Bu yol böyle devam ederken, -bütün partiler iktidardayken KKO’nun yenilenmesi için oy kullanırken, muhalefetteyken tam tersi için oy kullandılar- mecliste koalisyon hükümeti kuran partiler, devlet otoritelerinin güçlü tavsiyelerini bekleyerek bu konuyu hep ertelediler.
Onun resmi olarak verilmiş sorumluluklarına rağmen, PKK’ya karşı verilen savaş için öncülük etmede ve buna dâhil olarak kuzey Irak’a karşı oluşturulmuş uluslar arası sınırla ilgili verilecek savaş kararı hakkında meclis hiçbir şekilde karar merci değildi. Buna benzer bir başka olay da, 1998 sonbaharında PKK’ya Şam’dan gelen destek üzerine Türkiye’nin Suriye’ye cevap olarak verdiği askeri harekât tehdidi idi.
Türk otoriteler buna bir saldırıyla cevap verecek miydi, bu ordu tarafından alınacak bir karardı. Bu bir savaşın ortaya çıkmasıyla sonuçlanır mıydı veya meclis bir karar alsaydı bu dikkate alınır mıydı tamamen şüpheli.
Türkiye’nin dış politika karar mekanizması çoğunlukla bir gizlilik içinde hareket ediyor. Şu, hala güvenle söylenebilir ki, daha güçlü bir cumhurbaşkanı veya Milli Güvenlik Kurulu, yirminci yüzyılın son yirmi yılında Türkiye’deki “çok kutuplu” karar alma sistemlerinde zıt kutupların sayısını artırmıştır. Öncelikli referans noktaları şimdi cumhurbaşkanlığı, başbakanlık ve ordu gibi görünüyor ve buna ek olarak dış işleri bakanlığı da önemli bir aktördür. Krizlerde ipin kimin elinde olacağı bir kişiliğe, politik duruma ve eldeki mevzunun ne olduğuna bağlı.
Halkın fikirleri
Dış politika konusunda Türkiye’de oldukça az sayıda oylama yapıldığı görülmüştür. Gözlemleyerek yaptığımız araştırmalardan aldığım bilgiye göre, Türk milletinin çoğunluğu dış politikayla veya Türkiye’nin uluslararası ilişkileriyle ilgilenmemektedir. 1997’de Strateji/MORI şirketi (seminerlerden birinin sunumunu onlar yapmıştır) tarafından İstanbul esas alınarak yapılan araştırmada, Türklerin yüzde 57’sinin dış politikaya “ilgi duymadığını” ve sadece yüzde 23’ünün “ilgi duyduğunu” söyledi. (üniversite mezunları için bu oranlar nerdeyse tam tersi, yüzde 62 ilgi duyuyor, 16 ise ilgi duymuyor)
Dış politikaya duyulan genel bir ilgi olarak bu karşılık belki de tam doğru değildir; fakat dış politika mevzularında özellikle “milli övünç” kaynağı olan ve milletin hissiyatına hitabeden Kıbrıs veya Yunanistan gibi konularda insanlar oldukça duygusal düşünmektedir. Türkiye’nin Kıbrıslı lideri Rauf Denktaş’ın Türkiye’deki popülaritesi Ankara’nın Kıbrıs sorunundaki diplomatik manevra kabiliyetini sınırlayan bir faktördür.
1984’te Türk hükümetinin Slavca isimlerin alınması için zorlayan ve camileri kapatan bir “Bulgaristanlılaştırma” kampanyasına karşı olan Bulgaristanlı Türklerle ilgili alacağı kararda halkın düşüncesi büyük öneme sahipti. Soğuk Savaş döneminin dikkatli bir devleti olan Ankara, bunun getirdiği ilk reaksiyon olarak bu meseleler Türk kardeşlerinin geleceğini doğrudan etkiliyor olsa bile, komşunun iç işlerine karışmamak için, bu konuya dâhil olmamayı tercih etti.
Medyanın da desteğiyle, kamuoyu bu misalin etrafında döndürülmeye başlandı. Ve büyük ihtimalle bunun getirdiği bir utanç içinde, Ankara Bulgaristanlı Türkler aleyhinde gerçekleştirilen bu kampanyanın durdurulması için uluslar arası alanda bunu duyurmaya çalıştı.
1996 Ocağında Türkiye Ege’deki bir adacık konusunda Yunanistan’la nerdeyse çatışmayla sonuçlanacak bir fikir ayrılığına düşmüştü ve Imia-Kardak krizi boyunca kamuoyu buna verilen karşılıklarda belirleyici faktörlerden biriydi. Beklenenden önce meydana gelen fakat olması da beklenen bir kriz oldu, küçük bir adacığın etrafında gezinmekte olan bir Türk balıkçı teknesinin çıkardığı hâkimiyet sorunu, bir ay içinde sessizce halledildi.
Olay medyaya sıçrayana kadar bu, bir kriz haline gelmedi. Kriz yükselmeye başladığında Türk medyası denizde adaya doğru giden, ateş eden Türk savaş gemilerini ekrana taşıdılar. Imia-Kardak krizi, Türk kamuoyunun fikirlerinde değişimi ve Türk hükümetin dış politikanın kilit sorunları karşısındaki duruşunda medyanın önemli rol oynağını da not etti- ileri televizyon teknolojisi çağında bu önem kazanmaya ne kadar da meyilli hale gelmiştir.
Yine de, Türk dış politika uzmanlarının halkın fikirlerini etkileme yeteneği genelde el sürülmemiş kadar eksiksizdir. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından ve Yunanistan tarafından onun Nairobi ve Kenya’daki sefarethanelerinde korunduğunun ortaya çıkmasından sonra, Türk hükümeti revaçta olan Yunan karşıtı düşünceleri daha da fanatikleştirmektense, bunları soğutmayı tercih etti.
Bu reaksiyon, oluşan gerilimi dağıttı ve şaşılacak kadar hızlı bir şekilde uzlaşmaya giden yolları döşemeye yardım etti. Devletin meselelerine genişçe yer veren medyanın ana akımları milli çıkarlar üzerine devletin kamuoyuna hükmetmesine büyük katkısı olmaktadır.
Bu makalelerde Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye’nin dış politika dinamikleri üzerindeki değişimin analiz edilmesi ve tekrar gözden geçirilmesi amaçlanmıştır. Andrew Mango, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren vatandaşlık ve dış politikanın temellerinin atılması üzerinde Atatürk düşüncesinin etkilerini inceleyen tarihi bir iskelet üzerine kurulu bir makale yazdı.
William Hale ise, Türkiye’nin ekonomik olarak uluslar arası alanda kurduğu ilişkilerin bir değerlendirmesini yapan bir bölüm hazırladı. Türkiye’nin bölgesel ilişkilerinde izlediği yeni metotlar Duygu Bazoğlu Sezer (Rusya), Gareth Winrow (orta Asya), Şule Kut (Balkanlar), Tozun Bahcheli (Yunanistan), Clement C. Dodd (Kıbrıs), Kemal Kirişçi (Arap dünyası ve İran), ve Meliha Benli Altunışık (İsrail) tarafından incelendi.
Kitabın son üç bölümü Ankara’nın dış politika meselelerindeki öncelikli konusu olan Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini merkeze aldı. George Harris Türkiye’nin ABD ile ilişkilerini, Ian Lesser Türkiye’nin Batı’nın güvenliği meselesindeki rolünün problemli noktaları ve bu konuda Türkiye’den beklenenler hakkında bir yeniden gözden geçirme yaptı, Atila Eralp Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri hakkında bir değerlendirme yaptı.
Şu bir kenara kaydedilmelidir ki, 1997–98 yıllarında seminerler başladığından beri Türk dış politikasındaki gelişmeleri göz önünde bulundurmak için yazarlar tebliğlerini yazarken tavsiyeleri ve görüş alışverişlerini de hesaba katmak için ziyadesiyle düzeltmeler yaptılar.
Bu şekilde yazılan makaleler, Soğuk Savaş sonrası Türkiye dış politikasını incelemek gitgide daha çarpıcı, daha çok yönlü ve -Türkiye gitgide daha zengin ve askeri yönden düşüşe geçmiş komşularına göre yenilmesi gitgide daha zor bir güç haline geldikçe- geleceğinin tahmin edilebilirliği gitgide azalan bir Türkiye’yi tasvir etmektedir. Editörler Türkiye’nin iç yüzünün ve bu dinamiklerinin daha iyi anlaşılmasını umuyorlar.