OBIV-Son seçimlerden sonra, İran’daki siyasi durum, ihtilâlin karanlık günlerinden de geriye gidildiği izlenimini vermektedir
OBIV-1979 ihtilâlinden beri iniş çıkışlı bir seyir takip eden İran’daki gelişmeleri beş bölümde toplamak mümkündür:
-İran’daki iç gelişmeler
-İran’ın nükleer silâh üretmesi ve genel olarak silâhlanması
-Irak’taki Şii toplumu ile ilişkileri ve Kürt sorununa bakışı
-Türkiye ile ilişkileri
-ABD ile ilişkileri
1.İran’daki İç Gelişmeler:
Son seçimlerden sonra, İran’daki siyasi durum, ihtilâlin karanlık günlerinden de geriye gidildiği izlenimini vermektedir. İhtilâl olunca, ılımlı, ılımlı muhafazakâr ve aşırı muhafazakâr gruplar topluca yönetimde yerlerini almıştı. Kimileri kilit makamları işgal ederken, diğerleri çeşitli görevlere getirilmişti. Ordu ve polis gücü dağıtıldığı için güvenlik silâhlı yerel komiteler tarafından sağlanıyordu. Eline silâh geçirenin sesi daha fazla çıkar olmuştu. Çok geçmeden Pasdaran, yani devrim muhafızları örgütü kuruldu ve rejime sadık görülen subay, tekniker ve astsubaylar yeniden göreve çağrıldı. Ayetullah Humeyni’nin dudaklarından çıkan sözler manevi gücü oluştururken, kaba kuvveti devrim muhafızları temsil ediyordu. Yeniden örgütlenen ordu birliklerini dahi devrim muhafızları kontrol etmekte, askerin başarısız kaldığı iç çatışmalarda gediği onlar kapatmaktaydı. Devrim muhafızlarının genel komutanlığına, bugün Velâyet-i Fakıh makamını işgal eden, o zamanki Hocatülislâm Khamanei getirilmişti. Örgüt üzerindeki etkisini kaybetmemiş olması halinde, en yüksek dini makamı da işgal etmekle, Ayetullah Khamanei’nin bugün her yönden İran’ın en nüfuzlu şahsiyeti olduğu söylenebilir.
Geriye bakıldığında, bir noktayı vurgulamakta yarar olabilir. İhtilâl ile ön plâna çıkmış olan Türk Azeri kökenli Hocatülislâm Khamanei ile Fars kökenli Hocatülislâm Rafsancani birbirini dengeleyen üst görevlerde bulunmuşlardır. Rafsancani Meclis Başkanı iken Khamanei Cumhurbaşkanlığı yapmış, Rafsancani Cumhurbaşkanı olunca ve Humeyni’nin ölümüyle Khamanei bu kez Velâyat-ı Fakıh makamına getirilmiştir. İki dönemin ardından Cumhurbaşkanlığı sona eren Rafsancani rejim kontrolörlüğü diye tanımlayabileceğimiz bir görevi üstlenmiş ve ardından da son Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ılımlı kesim adayı olarak katılmıştır. Beklenenin aksine, seçimleri kaybedince, İran hem aşırı muhafazakar kanadın etkisi altına girmiş, hem de iki ana etnik grup arasında bugüne kadar korunabilen siyasi nüfuz dengesinin bozulması ihtimali belirmiştir. Yeni Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmed-i Necad’ın Pasdaran kökenli oluşu ve “Mahmut” ismini genelde Tüklerin kullanması dikkat çekicidir. Ayetullah Khamenei’ye yakın olabileceği hatıra gelmektedir. Resmen yalanlanmış olmakla birlikte Devrim muhafızlığı döneminde ABD Büyükelçiliğini işgal edenlerin başında bulunduğu söylenmektedir. Dışişleri Bakanlığına getirilmiş olan eski Ankara Büyükelçisi Manoçer Mottaki de muhafazakâr kadroların önde gelen simalarındandır.
İhtilâl ile beraber kurulan İslâmi rejimin, önce kendi adamlarını yemesi, Amerikan diplomatları rehin alındığında muhafazakârların kontrolüne geçmesi, Rafsancani Cumhurbaşkanı seçilince ılımlı bir havaya bürünmesi, Ayetullah Hatemi’nin Cumhurbaşkanlığı döneminde reformcu gözükmesi, son seçimle de en radikal kadronun idaresi altına girmesi şeklinde özetlenebilecek evriminin ne anlama geldiği dikkatle yorumlanmalıdır. Gerçekçi bir yoruma, komşu ülkeler kadar dünya barışı açısından da ihtiyaç vardır. İlk ağızda söylenebilecek husus, Şah’a karşı isyan nasıl Batı ile fazla yakınlaşmasının yarattığı ezikliğe bir tepki ise, bu kez güç ABD ve İsrail karşıtı davranışların da, son yıllarda İran üzerinde odaklanan aşırı baskılara tepki oluşturduğudur. Bu tepki halkın tümünün görüşünü yansıtmadığı gibi, haklıdır anlamına da gelmez. İran Anayasası’nın ürünü olan seçim sisteminde belirleyici rol oynayan kurumların köktendinci azınlığa ülkeyi yönetme olanağını vermesinin sonucudur. Bütün İranlıları hasım görüp cezalandırmakla istenen sonuç alınamaz. Bilakis köktendinciliği arttırabilir. Tarihte mezhep kavgalarında büyük direniş gösteren Şiilerin, Humeyni’nin uzlaşmaz davranarak başarı sağladığını düşünerek, dini inançlarının verdiği güçten medet ummaya devam etmeleri olasıdır. Ufukta şimdilik bir uzlaşma ihtimali gözükmemektedir.
2.İran’ın Nükleer Silâh Üretmesi ve Genel Olarak Silâhlanması:
İran’ın nükleer silâh üretme eşiğinde bulunması bunları uzak mesafelere taşıyacak füze sistemlerini zaten geliştirmekte olması, ayrıca genel olarak silâhlanmaya hız verdiği görüntü ve iddiaları arttıkça, ABD’nin Irak’tan sonra İran’a da askeri müdahalede bulunabileceği söylentileri dolaşmaktadır. Ayrıca, İsrail’in de doğrudan İran’daki nükleer tesisleri bombalayabileceği ileri sürülmektedir.
İran’ın nükleer çalışmalara yönelmesi yeni değildir. Petrol fiyatlarının süratle artmaya başlaması ile Şah’ın silâhlanmaya büyük fonlar ayırması aynı yıllara rastlar. Bir yandan kara, deniz ve hava kuvvetleri dünyanın en modern silâhları ile teçhiz edilirken, öte yandan Bushehr’deki iki nükleer enerji santralı Alman firmalarının katkılarıyla inşa edilmeye başlanmıştı. 1975 yılında Cenevre’de toplanan Nükleer Silâhların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasının gözden geçirilmesi müzekerlerine gelirken, İran, Avrupa Atom Enerjisi Komisyonu’nun kontrol mekanizmasına uyum anlaşmasını imzalamış bulunuyordu. Buna karşın, nükleer alanda hizmet etmek üzere, Amerikan üniversitelerinde yetiştirilmekte olan yüzlerce uzman adayının varlığı, zamanı geldiğinde İran’ın, barışçı amacın ötesinde de faaliyette bulunabileceğinin ilk sinyallerini vermekteydi.
İhtilâl sonrasında, yeni rejim tasarruf önlemlerine ağırlık verince, konvansiyonel silâh alımları gibi nükleer santralların inşası da durdurulmuştu. Irak ile savaşta, hazırlıksız yakalandığı için büyük insan kaybına maruz kalan İran, Saddam Hüseyin’in kimyasal silâhlara başvurduğunu görünce yeniden silâhlanmaya öncelik verdi. Teknik açıdan baş destekçileri, Batı yerine, bu kez Rusya ve Çin olmuştur. Bazı AB ülkelerinden de destek gelmiştir. Kuşkusuz en büyük tehdidi, Rus teknolojisiyle kurulduğu söylenen uranyum zenginleştirme tesisi yaratmıştır. Nükleer santrallerde enerji üretiminde kullanılırken fakirleşen uranyumu hiçbir ülkeye muhtaç olmadan zenginleştirme olanağına kavuşan İran, aynı zamanda, zenginleştirme işlemi sırasında elde edilen, nükleer bomba imalinde kullanılan plutomyum’a sahip olma şansını da yakalamıştır. “Ben tesisi sade uranyumu zenginleştirmek için kullanacağım” sözü inandırıcı bulunmamaktadır. Kaldı ki, esas beklenen şey, İran’ın sonradan rücu etmiş olduğu, Avrupa Atom Enerjisi Komisyonu’nun kontrol mekanizmasına tam ve mutlak uyum taahhüdünü yenileyip tesislerini denetime açmasıdır.
İran İslâm Cumhuriyeti “Barışçı amaçlarla nükleer enerji üretme hakkı”ndan vazgeçmeyeceğini açıklamıştır. Başta İsrail olmak üzere, bazı bölge ülkelerinin nükleer silâhlara sahip olduğunu ileri sürmektedir. İran’ın nükleer silâh üretme aşamasına çok yaklaştığını vurgulayan İsrail de, bu silâhların sadece kendilerine karşı kullanılacağını ileri sürerek, anlaşmaya varılamaz ise, tesisleri bombalama yoluna gideceğini kaydetmektedir. İran’ı ikna etmeye çalışan AB ülkeleri henüz olumlu sonuç alamamıştır. İran’da yönetimin aşırı sağa kaymasından iyice tedirgin olan ABD’nin Irak’tan kuvvet çekilmesi halinde takınacağı tavır merak konusudur.
3.İran’ın Irak’taki Şii Toplumu ile İlişkileri ve Kürt Sorununa Bakışı:
İran’ın Irak’taki Şiiler ile yakın ilişkiler içinde olduğu açıktır. Irak’ta 14 yıl sürgün hayatı yaşayan Humeyni’nin Şiiler üzerinde etkisi olmadığı söylenemez. Saddam Hüseyin’in zulmünden kaçan bazı Iraklı Şii liderler de bir süre İran’da sürgün hayatı yaşamışlardır. Geçmişte İran’da Irak Devrim Konseyi ile paramiliter bir kuruluşun gizlice faaliyete geçtiği bilinmektedir. Sonradan Irak’a intikal eden bu kuruluşların ABD kuvvetleri çekilmeden Irak’ta olay yaratmaları beklenemez. Sayısal çoğunluğa sahip olmakla, seçimle işbaşına gelen Irak Yönetimi ve Meclisi’nde seslerini duyuran Şii toplumunun 15 Aralık seçimlerinden sonra daha baskılı olması mümkündür. ABD kuvvetleri çekilmediği sürece, İran’ın, Şii toplumunu tahrik suretiyle, Irak’ın içişlerine karışması beklenmemelidir. Genelde Şiilerin yaşadığı zengin petrol kaynaklarına sahip Güney Irak’ı İran’a ilhak denemesinin ise, Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgale kalkmasıyla aynı sonucu vereceği unutulmamalıdır.
Irak Şii toplumu, çıkarlarına uygun düştükçe işbirliği yaptıkları Kürtlerle ters düşmemeye özen göstermektedir. Kendi açısından, geçmişte Kürtlerle yeterince uğraşmış bulunan İran’ın da, şu safhada Kürtleri karşısına almak istemeyeceği sanılmaktadır. II. Dünya Savaşı sona erince, Sovyetlerin desteğiyle kurulan Kürt Cumhuriyeti’nin başkenti Mahabad’da son zamanlarda baş gösteren olaylar Irak’a komşu konumda olan İran Kürtlerinin harekete geçmek için müsait bir ortam yarattığı izlenimini vermektedir.
4. İran’ın Türkiye ile İlişkileri:
Mahmut Ahmed-i Necad’ın Cumhurbaşkanlığına seçilmesinden sonra Monaçer Mottaki’nin Dışişleri Bakanlığı’na getirilmesi Tahran’ın bundan böyle Türkiye ile ilişkilerinde izleyeceği politikaya ışık tutmaktadır. Humeyni zamanında bile Ankara’ya büyükelçi tayin edilirken dikkatli davranılır ve Türk dostu bilinen kişiler arasından seçim yapılırken, bu kez Ankara’daki Büyükelçiliği sırasında takındığı tutum yüzünden nerdeyse persona non grata ilân edilmiş bir Bakan’ı muhatap almak söz konusudur. Sincan olayları basit bir köktendincilik eylemi değildir. Bir “Lâle Meydanı” düzenlenmiş ve arkasına Humeyni’nin ilân ettiği Kudüs gününü anımsatan bir tablo konmuştur. Farsçada lâlenin karşılığı jaledir. İran ihtilâlini tetikleyen de, yüzlerce direnişçinin öldüğü 7/
Dışişleri Bakanı sıfatıyla Ankara’yı ziyaret eden Monaçer Mottaki’nin, nükleer santral inşaatına Türk müteahhitlerini davet etmesi ve yaptığı ziyaretler ilginçtir. Cumhurbaşkanı Ahmed-i Necad tarafından ikili ilişkilerimizi geliştirmek üzere görevlendirildiğini söyleyen Mottaki’nin bundan kastının Orta Doğu’da ortak bir politika izlenmesi ve ABD’ne karşı tavır konması olduğu söylenebilir. Bu arada, yok etmek istedikleri İsrail ile yakın ilişki kurmamıza da karşı çıkmaları olasıdır. Ancak, bunları isterken, yalnızlıktan nasıl kurtulacakları belli değildir. Hâlbuki esas amaçları, Türkiye’nin tavsiyelerini de dikkate alarak, bir çıkış yolu bulmak olmalıdır.
Gerek Şah döneminde gerek ihtilâl sonrasında, halklar arası dostluk ve yakınlığı rejimlerin üzerinde tutan Türkiye’nin bu politikasından vazgeçmesi söz konusu olamaz. Milli çıkarlarımızın ön plânda tutulacağı ve her şeyden evvel Batı ile ilişkilerimizin korunmasına özen gösterileceği tabiidir. Bu çerçevede, İran’ın nükleer silahlara sahip olmasından Türkiye’nin tedirginlik duymaması mümkün değildir.
5.İran’ın ABD ile İlişkileri:
İran’ın ABD ile diplomatik ilişkileri rehine olayından beri kopuktur. Başkan adayı Reagan’ın seçilmeden önce İran İhtilâl Yönetimiyle giriştiği, silâh karşılığı rehinelerin serbest bırakılması pazarlığı olumlu sonuç vermiş fakat olay ortaya çıktığında İrangate skandalına neden olmuştur. Reformcu olduğu ileri sürülen Ayetullah Rafsancani’nin Cumhurbaşkanlığı döneminde ikili ilişkileri normal düzeye getirmek isteyen ABD’nin çabalarından bir sonuç çıkmadığı gibi ılımlı kişiliğiyle tanınan Ayetullah Hatemi’nin cumhurbaşkanlığı döneminde de bir ilerleme kaydedilememiştir. Bilakis nükleer santralların inşasına devam edilmesi ve ortaya atılan “İran nükleer silâh imal noktasına geldi” iddiaları ABD’nin bu ülkeyi “haydut devletler - rogue states” listesinin başına koymasıyla sonuçlanmıştır.
Filhakika, İran’ın nükleer silâh üretme noktasına gelmesi zaten çok hassas olan Orta Doğu’daki dengeleri altüst edebilir. Bugüne kadar, II. Dünya Savaşını sona erdiren iki patlamanın dışında nükleer silâh kullanan devlet çıkmamıştır. İran’ın bu tür silâhlara kendini savunmak için ihtiyaç duyduğu iddiasını kabul etmek, nükleer silâhların yayılmasının önlenmesi anlayışına ters düşer. Ayrıca, savunmanın nerede başlayıp nerede biteceğini tayin zordur. Öte yandan İsrail de, nükleer tehdidi önlemek amacıyla İran’ın nükleer tesislerini bombalayabileceği söylemlerine bir son vermelidir.
Kitle imha silâhlarını imha niyetiyle Irak’a müdahale edip Saddam Hüseyin’i deviren ABD, aradığına rastlamayınca bu kez demokratikleşmeyi hedef olarak göstermiştir. İran’da da benzer bir durum söz konusudur. Adında cumhuriyet kelimesinin bulunmasına ve kendine özgü bir seçimle işbaşına gelen Meclis’in varlığına karşın, ülke yönetiminin demokratik düzenden yoksun olduğu açıktır. Üstelik nükleer silâh imalinde kullanılabilecek uranyum zenginleştirme sistemi vardır fakat bunun barışçı amaçlarla kullanılacağı ileri sürülmektedir. Bu söze itibar edilmediği takdirde ne yapılacaktır? İran toprakları ve nüfusu Irak’tan birkaç misli büyüktür. Rusya ve Çin ile yakın ilişkiler içindedir. AB ülkeleriyle ticari ilişkileri devamlı gelişme göstermektedir. Petrol ve doğal gaz kaynakları zengindir. Bütün bunlar ABD’nin müdahaleye karar vermeden önce birkaç kez düşünmesini gerektirecek hususlardır.
Bu değerlendirme “Ortadoğu ve Balkan İncelemeleri Vakfı Dış politika ve Savunma Araştırmaları Grubu” tarafından kaleme alınmıştır.
*Dış politika ve Savunma Araştırmaları Grubu: Başkan: M. Süreyya Yüksel, Orgeneral(E)-Büyükelçi(E), Bşk.Yrd.İlter Türkmen, Büyükelçi(E)- Dışişleri Eski Bakanı, Üyeler; Fahir Alaçam Büyükelçi(E), Ahmet Çörekçi Orgeneral (E), Salim Dervişoğlu Oramiral (E), Çetin Doğan Orgeneral (E), Şadi Ergüvenç Korgeneral (E), Vahit Halefoğlu Büyükelçi(E) ve Dışişleri Eski Bakanı, Faik Melek Büyükelçi (E), Candemir Önhon Büyükelçi (E), Nahit Özgür Orgeneral (E) ve Büyükelçi (E), Güner Öztek Büyükelçi (E), Hasan Sağlam Korgeneral (E) ve Milli Eğitim Eski Bakanı, Turgut Tulumen Büyükelçi (E)