OBIV-1963’te ABD Başkanı Kennedy, mevcut 4 nükleer ülke sayısının 1970’de 10’a, 1975’te 15 ya da 20’ye çıkacağını ilan
OBIV-1963’te ABD Başkanı Kennedy, mevcut 4 nükleer ülke sayısının 1970’de 10’a, 1975’te 15 ya da 20’ye çıkacağını ilan etti.
Nükleer Silahların Yayılması
İran ve Türkiye
1- Giriş
1963’te ABD Başkanı Kennedy, mevcut 4 nükleer ülke sayısının 1970’de 10’a, 1975’te 15 ya da 20’ye çıkacağını ilan ve aynı yıl nükleer silah denemelerinin yasaklanmasını içeren bir anlaşma imzalanmasına öncülük etti. Daha sonra da Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT) 188 ülke tarafından imzalandı (İsrail, Hindistan, Pakistan hariç) ve
Bu tedbirler sayesinde nükleer ülke sayısı Kennedy’inin ifade ettiği gibi 20’ye çıkmamışsa da ancak 8’le (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin, İsrail, Hindistan ve Pakistan) sınırlanabilmiştir. Buna birkaç nükleer silah imali için gerekli plutonium’u ürettiğine inanılan ve kendisini Şubat 2005’te “nükleer güç” ilan eden Kuzey Kore’yi de eklemek gerekir. Ancak bu dokuz ülkenin dışında daha birçok ülke nükleer teknoloji alanında çok ilerlemiş ve bunlardan dördü (Brezilya, Arjantin, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Libya) daha ileri giderek nükleer güç olabilme yeteneğini kazanmak istemişlerse de uluslararası tepki karşısında programlarını durdurmuşlardır.
Bugün en güncel tehlike olarak İran’ın nükleer araştırmaları gösteriliyor. Aslında İran’ın, özellikle Rusya ve Pakistan’lı Abdulkadir Han’ın uluslararası şebekesinden yararlanarak çalışmalarını ileri safhalara taşımak niyetinde olduğu daha önce de biliniyordu. Rejim muhalifi İranlı sığınmacı açıklamaları ve 2002 Ağustos’unda Natanz (İran) nükleer tesislerinin nükleer bomba imali için Uranyum zenginleştirme tesislerine sahip olduğunun ortaya çıkmasıyla konu geniş yankı yarattı. Eski Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancaninin Ağustos 2004 de “bizim bir nükleer sıçramanın eşiğinde olduğumuz doğrudur (That we are on the verge of a breaktrough is true)” tarzındaki beyanı bir itiraf niteliğindedir.
Bunu, UAEK (Uluslararası Atom Enerji Komisyonu) Başkanı El Baradei’nin Kasım 2005’te, İran’ın Nükleer Faaliyetlerinin NPT anlaşması hükümlerinin ihlali niteliğini taşıdığını açıklaması takip etti. Daha sonra, Aralık 2005’te Nobel Ödül Töreni münasebetiyle, yaptığı konuşmada, kendilerine BM tarafından verilen yetkilerin bundan daha ileri bir denetleme yapmalarına imkan vermediğini söyleyerek önlerinin tıkandığını dünya kamuoyuna bildirdi.
Nihayet, iktidarda hakimiyetlerini pekiştiren aşırı muhafazakarların dozunu giderek artırdıkları bir dizi tehdidin ardından Natanz uranyum zenginleştirme tesislerinin mühürlerini kırarak yeniden denemelere başlamak üzere hazırlamalarıyla yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz..
Natanz tesisleri kapasite açısından sadece zenginleştirilmiş uranyum üretilmesine müsaitse de, burada yapılacak denemelerle nükleer harp başlığı için gerekli çok zenginleştirilmiş uranyum üretme yeteneğini kazanma olasılığının bulunduğu belirtilmektedir.
Bunun yanı sıra İran’ın UAEK’nuna açıklamadığı uranyum izlerine rastlanması, nükleer faaliyetle ilgili olduklarından şüphe edilen askeri tesislerin denetçilere açılmaması gibi kaygı uyandırıcı işaretlere de rastlanıyor. Ayrıca uzun zamandan beri Kuzey Kore ile nükleer nitelikli NODONG füzelerinin İran modelini imal etmek için işbirliği yaptığı da biliniyor. Uluslararası şebeke kanalıyla nükleer silah imaline ilişkin planların elde edildiği fakat bunları kullanmadığını açıklayan garip itiraflara da rastlanıyor. Nükleer faaliyetle ilgili olduklarından şüphe edilen askeri tesisleri denetçilere açmıyor.
1-İran’ın Gerekçeleri
İran’da nükleer program Şah zamanında başladı; gerekçesi, enerji ihtiyacını karşılamaktı. Ancak, enerji açısından dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan İran’ın gösterdiği bu gerekçe yeterince tatminkar değildi. Bölgede üstünlük iddiasını taşıyan bu ülke için uluslararası alanda sağlayacağı prestij ve duyulacak milli gurur ön plandaydı. Aynı coğrafyada İsrail nükleer silahlara sahip olmuş, Pakistan ve Irak ise sahip olma çabasındaydı.
İran için en önemli stratejik alan olan Basra körfezinde Saddam’ın hegemonya kurmaya çalışması ve Humeyni ile başlayan dönemde 8 yıllık acımasız savaş, bu gerekçelerin başına güvenlik boyutunu ciddi şekilde yerleştirdi. Bu savaşta İran şehirlerine ve silahlı kuvvetlerine karşı Irak’ın gerçekleştirdiği ve 50.000 kişinin hayatına mal olan kimyasal savaş ve füze taarruzları toplumda bugün medyada dahi dile getirilmeye devam eden derin izler bıraktı.
İslam Devriminden sonra İran’a karşı hasmane bir tutum sergileyen ABD’nin 11 Eylül sonrası bu tutumunu daha da ileri götürerek “Haydut Ülkeler” listesine koyması, Afganistan, Irak ve diğer bölgelerde konuşlandırdığı kuvvetleriyle o’nu kuşatması, İran bakımından nükleer silahlara duyulan ihtiyacı kuvvetlendirdi. ABD’nin Irak savaşından sonra Körfez bölgesinde güvenliğin korunmasını Irak’a devretmesi ihtimali de vardı; nükleer silahlar: İslam Devriminin övünülecek büyük başarısı, onun güvencesi ve ideolojisinin çekici gücü olarak görülmeye başlandı.
2-Yönetim ve Topluma Yansımalar
İran yöneticileri, nükleer silah üretim teknolojisine hâkim olmak için dinamik bir nükleer araştırma programı sürdürülmesi üzerinde fikir birliği içerisindedirler. Tartışma sadece, bu hedefe ulaştıktan sonra eşiğin aşılması veya durdurulması konularında odaklanmıştır.
Ayetullah Hâmaney etrafında toplanan aşırı muhafazakârlar bu noktada eşiğin atlanarak nükleer bombanın imal edilmesi tezini savunuyorlar. Devrim muhafızları,[1] Anayasa Koruyucular Konseyi gibi kilit müesseseleri kendi kontrolleri altında bulunduran bu fanatik grup, Milli Güvenlik plânlarının şekillendirilmesinde büyük nüfuza sahiptir. Grubun temel iddiası, İran İslam Cumhuriyeti’nin sürekli tehdit altında bulunduğu, dolayısıyla askeri güç bakımından kendi kendine yeterli olması gerektiğidir. Silahsızlanmanın egemenliğin bir kısmından vazgeçme anlamına geldiğine; silahsızlanma karşılığında uluslararası toplumdan destek bulacaklarına dair söylemlerin ise boş olduğuna inanmaktadırlar.
Aşırı muhafazakarlar karşısında pragmatik bir yol izlenmesini ve ülkenin uluslararası toplum ile bütünleşmesini savunan diğer gurup ise, eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi, etrafında toplanmıştı. Bunlar uranyum zenginleştirme tesisine yönelik çalışmaların aynı hızla sürdürülmesini fakat nükleer eşiğe gelindiğinde durdurulmasını öneriyorlardı. Böylece uluslararası toplumla bütünleşme sağlanabilecek ve Körfez Ülkelerinin İran’dan çekinerek ABD’nin güvenlik şemsiyesi altına itilmesi, komşularla ilişkilerin tehlikeli boyutlara sürüklenmesi de önlenebilecekti. Ayrıca, Kuzey Kore örneğinde olduğu gibi itidal ile meydan okuma; tehdit ile uzlaşı yan yana kullanılarak nükleer kart ustaca oynanabilecek, batıyla ilişkiler akılcı yönde şekillendirilerek ekonomik ve güvenlik tavizleri koparılabilecekti.
Ancak, Cumhurbaşkanı Hatemi döneminde demokrasi, özgürlük ve değişim yönünde atılan adımları ve
Milli Gururu okşayan ve ülkeye prestij sağlayan projelere toplumun sarılması doğaldır. İran’da da, nükleer proje ilerledikçe toplum bunu benimsemeye başlamış; muhtelif kesim mensupları kendilerine özgü yararlarla bu projenin hararetli savunucusu olmuşlar; halk ve özellikle gençlik için İran milliyetçiliğiyle özdeşleşmiş; bağımsızlık ve hükümranlık haklarını korumanın simgesi haline gelmiştir. Nükleer konularda en ufak bir taviz verme durumu ortaya çıktığında şiddetle karşı koymuşlardır.
Teokratik yönetimin en önemli dayanağı olan Devrim muhafızlarının önderliğinde, savunma sanayi kurumları, üniversite laboratuarları ve sayısız firma, nükleer gayretlere hız kazandırmaktadır. AB ile zaman zaman yapılan anlaşmaları, bir taktik gereği yapılmış olsa da, protesto etmekte: “İran İslam Cumhuriyetini, siyonizme karşı savunmayı kitle imha silahlarını yasaklayan anlaşmalara riayet ederek mi sağlayacağız” tarzında sert beyanlarla eleştirmektedirler. İran’da bu gün oluşan toplumsal duygu: büyük bir medeniyete ve uzun bir tarihe sahip olmanın İran’a, nükleer silâha sahip olma hakkını kazandırdığıdır.
3-Batı’nın Vazgeçirme Çabaları
İran, Kuzey Kore’den farklı olarak henüz nükleer silaha sahip olmuş değil, ancak bu sınıra doğru kararlılıkla ilerliyor. Nükleer silahların bu şekilde yayılması terörist grupların da nükleer silahlara sahip olma olasılığını arttırıyor bu nedenle AB ile ABD, birbirinden farklı iki tutumla, İran’ın bu hedefinden vazgeçirmeye çalışıyor. Ocak 2006’ya kadar AB, Libya’yı nükleer silah hedefinden vazgeçirmekte başarıya ulaşan metodu kullandı. Siyasi, ekonomik ve ticari gücünü kullanarak İran’a karşı bugün sürdürülen yasakların kaldırılması ve ilişkilerin normalleştirilmesi karşısında nükleer programının durdurulmasını istedi. ABD bu teşebbüse karşı çıkmamakla beraber bunun bir sonuç vermeyeceğine inanıyor ve güce dayalı söylemlerini sürdürüyor Çin ve Rusya’ya gelince, çıkarları henüz Güvenlik Konseyinde İran’a karşı el vermiyor. İran yönetiminin söylemleri sabırları tüketecek bir gerginliğe doğru iteliyordu.
Natanz nükleer zenginleştirme tesislerini yeniden faaliyete geçirme girişimleri ise İran ile konuşmalar yoluyla bir uzlaşıya varma teşebbüslerini baltalama ve Batı’ya bir meydan okuma niteliği taşımaktadır.
ABD, askeri müdahale dahil bütün seçeneklerin masada olduğunu tekrar edegelmekte olmasına rağmen Batı, bu safhada diplomasiye öncelik tanımış görünüyor. Her halde UAEK’dan rapor istenmesi ardından BM’lere nasıl bir öneriyle gidileceği tartışılacak ve bir tutum takınılacaktır. Rusya ile Çin’in tutumu ise İran’ın atacağı yeni adımın yönünü tayinde belirleyici olacaktır.
İran Batı ile bu nükleer oyunu bu güne kadar akıllıca oynadı ve her seferinde kazançlı çıkarak bir adım ileri gitti, son hamlesiyle de nükleer silah imaline yaklaştı.
Ülke yöneticilerinin gözünde Kuzey Kore örneği tazeliğini muhafaza etmektedir. ABD, bu ülkenin nükleer silah imal ettiğine kani olduğu halde önleyici bir askeri müdahalede bulunmamış, aksine Kuzey Kore, ustaca kullandığı nükleer kart sayesinde bazı ekonomik ve güvenlik tavizlerini koparmıştır. İran’daki yeni iktidarın bu örnekten etkilenmemesi beklenemez. Tahran, Güvenlik Konseyinde kendi aleyhinde bir karar çıkması ihtimali kuvvetle belirinceye kadar, bugüne kadar maharetle kullandığı müzakere hilelerini kullanacak, nükleer programını bitirmeğe kararlılıkla devam edecek ve nükleer eşiği atlama noktasına geldiğinde o günün şartlarına göre karar verecektir.
4-Türkiye ve Nükleer Teknoloji
Nükleer silahların yayılması anlaşması (NPT)’nin 1970 yılında imzalanmış olmasına rağmen sayısız ülke nükleer teknolojiye ulaşmaya çalışmış bir kısmı nükleer teknolojide kendi kendine yeterli olmanın eşiğinde durdurulmuş, bazıları ise bu eşiği geçmiştir. Bu küresel olguya kayıtsız kalınamayacağı gibi İran’ın bu safhada ulaştığı aşama karşısında kaygılanmamak düşünülemez.
Türkiye, NATO içerisinde diğer ülkeler gibi, ABD’nin nükleer şemsiyesine bel bağladı. (Fransa ve İngiltere hariç) Ne varki nükleer silah kullanma konusunda nihai karar mercii NATO değil, her hal ve şart altında ABD Başkanıydı. Bu ise bir güvenlik sorununu davet ediyordu: NATO Avrupa’sına ciddi bir taarruz karşısında ABD Başkanı, tırmanma yoluyla kendi ülkesini de nükleer riske maruz bırakacak olan nükleer silah kullanma kararını verebilecekmiydi? Bu istikamette özellikle Almanya’dan yükselen güven endişeleri karşısında ABD, önce Avrupa kıtasında zaman zaman 300.000’ni aşan Amerikan ordusunun mevcudiyetini yeterli bir güvence olarak gösterdi. Bu yeterli bulunmadı, nükleer güvenirliliğin sorgulanmaya devam edilmesi karşısında NATO Nükleer Planlama Grubu kuruldu, Avrupa’daki nükleer silahlar çeşitlendirildi. Bu defa da harekât alanı nükleer silahlarının ABD stratejik gücüyle kenetlenmesi (Strategic Coupling) sorunu ortaya çıktı. Alınan tüm yeni tedbirler güvenlik sorununa tatminkâr cevap teşkil etmiyor ve Almanya peş peşe güvenlik sorununu dile getiriyordu. Nihayet zamanın ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger NATO’nun 30’uncu kuruluş yıldönümü münasebetiyle yaptığı konuşmada: “Avrupalı müttefiklerimiz bizim muhtemelen kastetmediğimiz, kastetsek bile icra ettiğimiz zaman medeniyeti yok etme riski taşıdığından icra etmememiz gereken stratejik güvenceleri çoğaltmamızı bizden ısrarla istemekten vazgeçmelidirler” demek suretiyle son noktayı koydu.
Bahsettiğimiz NATO bugün yeni bir rol ve vizyon arayışı içindedir. Kuruluş amacından tamamen farklı yeni durumlara kendisini uyarlamak için değişim sürecine girmiştir. Çıkan yeni durumlar karşısında karar alma giderek çok bilinmeyenli bir denklem haline dönüşmekte, oydaşlaşma giderek zorlaşmaktadır. Bu durumda, NATO dayanışmasının kuvvetli olduğu 1990 öncesi dönemde ABD Dışişleri Bakanının nükleer güvenceye ilişkin olarak yukarıda belirtilen beyanının bir kat daha geçerlilik kazandığını düşünmek yerinde olacaktır. Bugün için şu söylenebilecek husus böyle bir güvencenin sadece siyasi bir işlevi olabileceğidir.
Nükleer teknoloji güç olmak için çaba harcayan ülkelerin küresel yaygınlığı, bölgede Rusya ve İsrail’in ardından İran’ın bu silahlara sahip olma gayreti, Türkiye’nin bölgeye bakışını yeniden bir değerlendirmeye tabi tutması gereğini gündeme taşımıştır.
Türk ve İran toplumları arasındaki dostluk ve iki ülke arasındaki sınırda Kasrı Şirin 1639’dan buyana ciddi bir ihtilâfın çıkmamış olması şüphesiz değerli bir veridir. Ne var ki, bu iki ülkenin ilgi alanları birbirleriyle örtüşmüş ve fakat farklı yaklaşımlar eksik olmamıştır.
Bu güne kadar militan yönü eksik olmayan teokratik yönetim, İslâm’ın öncülüğünü de üslenmiş ve zaman zaman militanlaşmaktan geri durmamıştır. Bu yönetimin nükleer silâha sahip olması ise bölgede sarsıntılar yaratacak niteliktedir. Esasen statükocu olmayan bu ülkenin nükleer silaha sahip olması kendisine bölgede daha serbest, daha cesur ve daha iddialı girişimlerde bulunma olanağı sağlayacaktır. Kafkaslar, Orta Asya, Orta Doğu (özellikle Irak, Suriye ve İsrail) gibi bölgelerde Türk ve İran görüşleri arasında muhafaza edilmeye çalışılan hassas denge Türkiye aleyhine bozulacaktır. İsrail ve İran’ın nükleer silahlara sahip olması karşısında kendisini güvensizlik içinde hissedecek olan diğer bölge ülkelerinin de (Mısır ve Suudi Arabistan gibi) nükleer silaha sahip olma ihtiyacı bölgede yaygınlaşacak ve bölge kargaşa içine sürüklenecektir.
Türkiye bu olasılıkları göz önünde tutarak güvenlik çıkarlarına odaklanmalı ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesi andlaşmasının yakın takipçisi olmaya devam ederken rekabet ilişkileri içinde bulunulan ve menfaatleri zaman zaman çatışan ülkelerden biri nükleer silaha sahip olduğunda, bu silahın sadece mevcudiyetinin dahi diğer tarafın politika seçeneklerini kısıtlayacağını göz önüne alarak nükleer teknolojiye sahip olma zaruretini gündeme almalıdır.
[1] İran İslam Devrimi ardından muvazzaf orduya paralel olarak kurulan bu muhafızlar (125.000), muvazzaf ordu gibi kara, hava ve deniz unsurlarına sahiptir ve fakat ondan daha iyi teçhiz edilmişlerdir, ayrıca bir milis teşkilatı olan (seferde 1.000.000) Basiç mukavemet teşkilatına da komuta eder.
Bu değerlendirme “Ortadoğu ve Balkan İncelemeleri Vakfı Dış politika ve Savunma Araştırmaları Grubu” tarafından kaleme alınmıştır.
*Dış politika ve Savunma Araştırmaları Grubu: Başkan: M. Süreyya Yüksel, Orgeneral(E)-Büyükelçi(E), Bşk.Yrd.İlter Türkmen, Büyükelçi(E)- Dışişleri Eski Bakanı, Üyeler; Fahir Alaçam Büyükelçi(E), Ahmet Çörekçi Orgeneral (E), Salim Dervişoğlu Oramiral (E), Çetin Doğan Orgeneral (E), Şadi Ergüvenç Korgeneral (E), Vahit Halefoğlu Büyükelçi(E) ve Dışişleri Eski Bakanı, Faik Melek Büyükelçi (E), Candemir Önhon Büyükelçi (E), Nahit Özgür Orgeneral (E) ve Büyükelçi (E), Güner Öztek Büyükelçi (E), Hasan Sağlam Korgeneral (E) ve Milli Eğitim Eski Bakanı, Turgut Tulumen Büyükelçi (E)