OBIV-Türk ve İran uluslarının tarihte, bir Türk hanedanının yönetimindeki Büyük Selçuklular İmparatorluğunda müştereken yer alarak kader birliği yapmış
OBIV-Türk ve İran uluslarının tarihte, bir Türk hanedanının yönetimindeki Büyük Selçuklular İmparatorluğunda müştereken yer alarak kader birliği yapmıştır.
Uzak Komşu İran
GİRİŞ
Türk ve İran uluslarının tarihte, bir Türk hanedanının yönetimindeki Büyük Selçuklular İmparatorluğunda müştereken yer alarak kader birliği yapmış, 1513-1639 arasındaki savaşlardan sonra üç yüzyılı aşkın bir süre ciddi anlamda anlaşmazlık çıkmadan barış içinde yaşayan iki komşu devlet görünümü vermiş olmalarına rağmen birbirlerine uzak kalmışlardır. Osmanlı Padişahları ile İran Şahları arasındaki düşmanca davranışların temelinde, İran’ın inandığı Şiiliği İslâm ülkelerine yaymaya çalışması, Osmanlı İmparatorluğu’nun ise üstlendiği Hilâfet makamının sorumluluğu ile Sünnilerin hamiliğini yapması yatmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı devletinin enkazı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti siyasal yapısının temel unsuru olarak lâikliği benimsemiş, dinle devlet işlerini birbirinden ayırmış, batı örneğinde çağdaş bir demokrasi olmayı hedef almıştır. İran ise başlangıçta Türk devrimine ilgi duymakla birlikte geleneksel çizgisini değiştirmemiş, devlet yönetiminde din daima ön plânda olmuş, bazı demokratik unsurları da benimseyen monarşik düzen teokratik unsurlarla iç içe olan varlığını 1979 yılında şahın devrilmesine kadar sürdürmüştür.
İran bugün bizim uzak olmasa da uzak durduğumuz bir komşudur. Uzak duruşumuzun karşılıklı nedenleri vardır. Coğrafya aramızda karadan gidiş gelişi zorlaştırmaktadır. Türkiye’nin Doğusu ile İran’ın Kuzey Batısı nüfus yoğunluğunun en az olduğu yerlerdir. Ankara’ya en uzak konumdaki komşu başkent Moskova’ya olan mesafe Ankara-Tahran arasından biraz daha uzak olsa da Moskova’nın uçakla İstanbul’a yakınlığı bu farkı rahatça giderir. İran’ın dünyaya açılımı ağırlıkla güneyden, Basra Körfezi ve Hint denizi üzerindendir; Trabzon Limanı bağlantısı ikinci derecede kalır. Türkiye’nin yüzü ise Batıya dönüktür. Türkiye ile İran arasında petrol ve gaz dışında doğal ve bütünleyici bir ticaret potansiyeli olmayışı, belki de bu uzaklığın özlü nedenlerinden biridir. Ne yazık ki, Türkler için İran turistik bir çekim merkezi de olamamıştır. Bütün bunlar yine İran’la uzaklığımızın fiziki açıklaması olmaktan öteye gidemez ve uzak duruşumuz için inandırıcı gerekçeler oluşturmakta yetersiz kalırlar.
Esasen, Türkiye ile İran’ın birbirlerine daha yakın olmalarını sağlayacak şartlar ve benzerlikler mevcuttur. İran ile Türkiye iki büyük imparatorluğun varisleri olarak yüzyıllardır, karşılıklı savunma önlemleri almaya gerek duymadan, barış içerisinde yaşamaktadırlar. Aralarında geniş bir kültür paylaşımı, ortak bir tarih birikimi ve, mezhep farkı olsa da, din birliği vardır. Anadolu’ya göç eden Türk kavimleri İran üzerinden gelmişlerdir. İran’da egemen olan Türk Hakanları Fars kültüründen etkilenmiş, bu hayranlığı Osmanlı Sultanları ve yöneticileri de sürdürmüştür.
İran’daki Azeri varlığı Türkiye için bir sempati kaynağı olagelmiştir. Ancak, aynı şeyi İran için söylemek mümkün değildir. Pehlevi hanedanı döneminde İran’da Türk okulları olmadığı gibi, ne Türkçe yayın yapılır ve ne de Türkçe konuşulması hoş karşılanırdı. İran’da ihtilâl olduğunda, Azeri kökenli yöneticiler, geçmişte bizzat Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin, CENTO çerçevesinde iki ülkede geliştirilmekte olan radyo-link hatlarının, karayolu ve demiryolu bağlantılarının, Türkiye hududuna mücavir bölgelerde, belli bir ölçüyü aşmaması talimatını vermiş olduğunu söylemişlerdir. Buna karşın, iki komşu, hudut ihtilâfları dışında, birbirlerini hükümranlıkları altına alma girişiminde dahi bulunmamıştır. Atatürk zamanında sıcak bir komşuluk ilişkisi gerçekleştirilmiş; Soğuk Savaş döneminde, ortak tehdit karşısında, iki ülke aynı ittifak içinde yer almıştır.
Sayılan bu yakınlaştırıcı ve uzaklaştırıcı faktörlerin ışığında, Türkiye ile İran’ı ilişkilerinde karşılıklı olarak temkinli ve mesafeli olmaya zorlayan etkenlerin doğru olarak tanımlanması iki ülke ilişkilerinin sağlıklı bir zemine oturtulması açısından önem taşımaktadır. İran’ın, kendisinin de taraf olduğu Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi (NPT Non Proliferation Treaty) antlaşmasına aykırı olarak nükleer güç olmaya çalıştığı iddiası ile Birleşmiş Milletlere şikâyet edildiği günümüzde İran–Türkiye ilişkilerinin bu çerçevede değerlendirilmesi lâzımdır.
TÜRKİYE – İRAN İLİŞKİLERİNİ ŞEKİLLENDİREN ETKENLER
Rejim Farkı:
Rejim farkının neden olduğu uyumsuzluklar iki komşu ülkenin mesafeli oluşlarının asli nedenini oluşturmaktadır. Resmi ziyaret için Türkiye’ye gelen Iran devlet adamlarının Anıtkabir’e gitmekten kaçınmaları bu ziyaretleri gölgelemekte, lâik ortamda özgürce yaşamaya alışmış Türkler, pek çok şeyi merak etseler dahi, bu alışkanlıklarını sürdürmekte zorlanacakları İran’a turist olarak gitmekten dahi çekinmektedir. Lâik, demokratik hukuk düzeni İran yönetimi için ne kadar itici ise, teokratik esaslara dayalı sistem de, seçime dayalı olsa bile, Türkiye tarafından o denli itici ve tehlikeli görülmektedir. İran’ın, ihtilalin hemen ardından Türkiye’ye rejim ihraç etme çabaları, daha sonra da, İran’dan Türkiye’ye göç edenlerin İran rejimi aleyhinde etkinliklerde bulunmaları Türkiye-İran ilişkilerinde olumsuz izler bırakmıştır. İran, rejimini yayma çabası içerisinde olmasa da, Müslüman bir ulusa sahip lâik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin İran’a Hıristiyan ve hatta diğer Müslüman ülkelerden daha mesafeli durması yadırganmamalıdır. Bu durum İran için de geçerlidir. Bunun bilincinde olarak, her iki ülke de, içişlerine karışmama ilkesinin titiz birer takipçisi olmalıdırlar.
Üçüncü Ülkelerle İlişkiler:
ABD, İsrail ve Ermenistan ile ilişkilerde, Türkiye ve İran karşıt kutupları oluşturmaktadırlar. ABD’nin İran’a karşı uyguladığı tecrit politikası bu ülkede ABD düşmanlığının gelişmesine yol açmış ve bu tür duygular İran’ı ABD’ye kafa tutar konuma getirmiştir. Uzun yıllar süregelen tecrit uygulaması İran’a zarar vermeye devam etmekte olup AB’nin koşullu yaklaşımları bu zararı gidermeye yetmemektedir. Bir yandan Irak savaşı dolayısıyla menfaatlerinin birleşmesi diğer yandan İsrail’e karşı militan bir politika izlemeleri İran ve Suriye’yi birbirilerine yakınlaştırdı. İhtilâli yapan kadroların bir kısmının FKÖ kamplarında eğitim görmüş olması İran’ı kendiliğinden Filistin sorununda aktif bir taraf konumuna sokmuştur. Geçmiş yıllarda İsrail’e Türkiye’den daha yakın olan İran şimdi İsrail ile güç yarışına girme ihtiyacı duymaktadır. İran’ın nükleer teknolojiyi geliştirmek istemesinde ABD ve İsrail’e karşı konumunun temel etken olduğu söylenebilir. İran’da hatırı sayılır bir Ermeni azınlığı vardır ve bunlar doğal olarak Türkiye karşıtı ve Ermenistan yanlısı bir tutum izlemektedir. Azerbaycan’ın Türkiye ve ABD ile olan yakınlığını dengelemek güdüsü ve bir gün iki Azerbaycan eyaletinin İran’dan koparılıp Azerbaycan Cumhuriyeti ile birleştirilebileceği kaygısı, İran yönetimini Ermenistan’a yaklaştırmakta ve Azerbaycan Cumhuriyeti ile mevcut toprak sorunlarında onları desteklemeye sevk etmektedir.
Türkiye-İran Arasında Çıkar Çatışması ve Çakışması:
Türkiye’nin Batıya yönelik ve Batılı ülkelerle ortaklık içinde olması İran’la ilişkilerini ister istemez çatışan bir çizgiye oturtmaktadır. Hal böyle olunca, Türkiye bir yandan yakın stratejik ortağı ABD ile uyum, diğer yanda komşusu ile iyi geçinme ikilemi karşısında kalmaktadır. İran’a uygulanan ambargolara katılım için ABD’den gelen baskıya rağmen Türkiye’nin boru hattı projesini uygulayıp İran’dan doğalgaz alması yeri geldiğinde komşuluk ve çıkar örtüşmesinin ABD ile ortaklık dayanışmasının önüne geçebildiğinin göstergesidir. Aynı şekilde, iki ülke arasındaki görüş ayrılıklarının zıtlaşmaya dönüşmemesi de bu çerçevede izah edilebilir. Yine de devam eden rekabetin güçlü olarak hissedildiği başlıca alanlar Irak, Orta Asya ve Kafkaslar’da etkinlik yarışı ile boru hatlarında güzergâh ve terminal olma arzularıdır. Ancak, bu rekabet büyük devletlerin gölgesinde kalmakla, platonik olmaktan öteye geçmemektedir. Filhakika, iki ülkenin nüfus, yüzölçümü, stratejik konum gibi güç unsurları açısından birbirlerine yakın olmaları aralarındaki uyumsuzluklara rağmen nazik bir komşuluk ilişkisi sürdürmelerine olanak tanımaktadır. Cumhurbaşkanı seçilen Ahmedinecad’ın uygulamak istediği politikaların ve nükleer teknolojiye sahip olma çabalarının bu hassas dengeyi nasıl etkileyebileceğinin, başkalarının tezlerine bağlı kalmadan, özgün bir yaklaşımla değerlendirilmesi lâzımdır. İran’ın da benzer bir değerlendirmeyi Türkiye’nin AB üyeliğini ve dinci akımlara karşı aldığı tutumu dikkate alarak yapmak durumunda olduğu söylenebilir.
Terör:
1979 İran devrimini takiben iktidara gelen Ayetullah Humeyni liderliğindeki yönetim, önce muhaliflerine karşı uyguladığı şiddet politikasıyla, bu kişilerin ülke içinde ve dışında saf dışı edilmeleri faaliyetlerine girişti. Bu çerçevede, Türkiye’ye kaçmış olan muhaliflerini ortadan kaldırmak amacıyla suikast ve cinayetler tertipledi. Bugün İran’daki iktidarın Dışişleri Bakanı Manuçer Mottaki’nin, 1985–1989 yıllarında Ankara’da büyükelçilik yaptığı dönemde Türkiye’de vuku bulan olaylardan sonra, 1989 yılında ülkeyi terk etmesi istendi. 1980–1990 arasında Türkiye’deki İran Büyükelçiliği ve Konsolosluklarıyla işbirliği içinde faaliyette bulunan gizli ajanların elli kadar rejim muhalifini katlettikleri bilinmektedir. Bazı rejim muhalifleri de İran’a kaçırılarak orada idam edilmişlerdir. Kimisini Türk polisi oto bagajında bulup kurtarmıştır (Örneğin, Mücahidin Halk grubu üyesi Abulhassan Mojtahedzade).
İç bünyesini güçlendiren, yandaşlarını örgütleyen ve muhalefeti de bertaraf eden teokratik İran yönetimi, diğer İslâm ülkelerine dönerek, din ve şeriata dayalı rejimlerin iktidara gelmesini hedef olarak aldı. Bu bağlamda İran, Suriye ve Şii azınlıkların bulunduğu Kuveyt, Bahreyn gibi ülkelerde kurduğu örgütlere yaptığı para, eğitim desteği, siyasi koruma, yataklık, sahte pasaport düzenleme şeklinde yardımda bulundu. Bu örgütlerin giriştikleri terör faaliyetlerine destek oldu. Bu faaliyetlerin temel hedefi İsrail’in yanı sıra petrol zengini Körfez bölgesinde etkinliğini arttırmak idi. Hedef İsrail olunca, Suriye ile işbirliği bu ülkenin işgalindeki Lübnan’da teşkilâtlanma ve üslenmeyi de içermiştir. Şii azınlık bulunan ülkelerde ve hattâ Sünni Irak’ta gizli muhalefet grupları teşkil edildiği görülmüştür. İran’ın destek olduğu terör örgütleri içinde başı, kuruluş aşamasında kendisinin destek verdiği Hizbullah çekmektedir. Amacı Lübnan’da İran tipi bir rejim kurmak olan bu örgüt daha 1985 yılında yayınladığı bildiri ile Humeyni’ye bağlılığını açıklamıştır. Hizbullah örgütü tamamen İran tarafından finanse edilmekte, silâhları da yine İran tarafından, Şam üzerinden mahalline ulaştırılmaktaydı. Bu örgüt 1990’lı yıllarda Körfez ülkelerinde de görülmüştür. “Bahreyn Hizbullahı” ve Suudi Arabistan’da Amerikan askeri varlığına karşı eylemlerde bulunan “Körfez Hizbullahı” bunun iki örneğidir.
Kendine ait gördüğü için Körfez’in İran Körfezi olarak anılmasını isteyen İran, bölge ülkelerini Şii muhalefet ve Hizbullah yoluyla kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. Halkın çoğunluğu Sünni olduğu halde, Türkiye’de de siyasal İslâmcı gruplar ile terör örgütlerine, doğrudan olmasa bile, eğitim, sığınma ve parasal yardımlarda bulunmuştur. Türkiye’de pek çok terör eylemine karışan Hizbullah’ın lider ve militan kadrosunun bir bölümü İran’da Kum ve sair kentlerde eğitim görmüştür. İran’ın desteklediği ünlü terör grupları arasında İslâmi Cihad, Hamas da vardır. İran’ın Sudan ile terörist faaliyetler açısından işbirliği halinde olduğu bilinmektedir. 11 Eylül olayının faillerine, bazı el-Kaide üyelerine pasaport temin ettiği yolundaki tespitler, ABD’de bu olayı araştırmakla görevlendirilen komisyonun raporunda yer almaktadır.
İran’da Son Gelişmeler
İran’da reformcular neden başarılı olamadı?
İran halkının büyük çoğunluğu, 1997 yılında, Ayetullah Hatemi’yi Cumhurbaşkanı seçmekle, Velâyet-i Fakıh Ayetullah Khamanei’nin temsil ettiği ruhani liderliğe ve ideolojik düzene karşı tavır almıştı. Bu şekilde hareket eden İranlıların beklentisi kapsamlı reformların yapılması, böylece hükümetin temsil yönünün kuvvetlenmesi ve kontrol edilebilir hale gelmesi, aynı zamanda, ekonomik kalkınma ile birlikte ülkenin izolasyondan kurtulmasıydı. Hatemi’nin sekiz yıl süren cumhurbaşkanlığı dönemi bu beklentiler gerçekleşmeden sona erdi. Üstelik muhafazakâr yönetimden kurtulma ihtimalinin giderek azaldığı görüldü. Neden böyle oldu?
Velâyet-i Fakıh Ayetullah Khamanei ve yakın çevresi, kendi konumları açısından tehdit olarak gördükleri reformları önlemek için, bir yandan Anayasa Koruyucuları Konseyi ile Uzlaştırıcı Konsey’i, öte yandan İran Silâhlı Kuvvetlerinden bağımsız olarak kurulmuş bulunan Devrim Muhafızlarını arkalarına alarak, Cumhurbaşkanı Hatemi’nin önünü kestiler. Parlâmento’nun kabul ettiği kanunlar ve hükümetin çıkardığı kararnameler geri çevriliyor, 1997’den sonra filizlenmeye başlayan hür basın ile sivil toplum örgütleri baskı altında tutuluyordu. 2004 yılında yapılan seçimlerde, aday eleme yönteminden yararlanan Anayasa Koruyucuları Konseyi, muhafazakâr cephenin Meclis’te ekseriyeti sağlamasını mümkün kılınca yasal güç de ellerine geçmiş oldu.
Bir takım düzen dışı kuvvetler ile devrim muhafızlarına bağlı özel birliklerin reform yanlısı gösterileri dağıtması zorluk yaratmadı. Cumhurbaşkanı Hatemi yönetimine paralel ikinci bir idari teşkilât kurulmuş ve bunun icraatı bütçe uygulamalarının dışında tutulmuştu. Velâyet-ı Fakıh Sekreteryası, İran-Irak savaşı sırasında faaliyete geçen, Milli Güvenlik Konseyi ile işbirliği halinde çalışıyordu. Başkanlığını Ayetullah Khamanei’nin temsilcisinin yaptığı söz konusu Konseyin önemli daire başkanlıklarına Devrim Muhafız Komutanları ile tutucu din adamları getirilmişti.
Ahmedinecad’ın Cumhurbaşkanı Seçilmesi
Yeni Cumhurbaşkanı Ahmedinecad, 1956 yılında, orta İran’ın Garmsar kentinde doğmuştur. İhtilâlcileri yetiştiren, köktendinci akımların yaygın olduğu güney Tahran’da yetişmiştir. Üniversite tahsili sırasında ihtilâlci örgütlerde yer almış ve Amerikan Büyükelçiliğini basarak rehine olayını yaratan, üniversitelerarası talebe örgütünde mensubu olduğu Elmo Sanaat Üniversitesi’nin temsilciliğini yapmıştır. 1980 yılında başlayan kültür devrimine katılmış, aynı yıl Devrim Muhafızları Örgütüne girmiştir. İran-Irak savaşı sırasında örgütün hudut bölgesi garnizonunda üst düzey komutan olarak görev yapmış ve buradaki birliğin gerek yurt içi gerek yurt dışı faaliyetlerinde aktif rol oynamıştır. Ardebil’de Valilik, daha sonra Elmo Sanaat Üniversitesi’nde hocalık yapmıştır. Bu dönemde Ansar Hizbullah örgütünü kurmuştur. 2003 yılında Tahran Belediye Başkanlığı’na seçilmiş, orada da Devrim Muhafızları ve gizli örgütlerle işbirliği yapan gruplar kurmuştur. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu grupların kendisine yardımcı oldukları söylenmektedir. Önemli bir özelliği, dünyaya geri geldiğinde fakirlere yardımcı olacağına inanılan 12.İmam Mehdi’yi taklit eden davranışlarıdır.
Ahmedinecad, 1979 ihtilâlini yapanlar arasında yer alan Ayetullah Rafsancani’yi son seçimlerde yenmekle dikkatleri üzerine çekmiştir. Velâyet-i Fakıh Ayetullah Khamanei’nin, seçimden mağlup çıkan Ayetullah Rafsancani’yi, dini Liderlik Makamına ait bazı yetkileri de devredip, Uzlaştırıcı Konsey Başkanlığı’na getirerek ön plana çıkarması Ahmedinejad’ın yükselen yıldızını dengeleme amacını güttüğü söylenmektedir. Cumhurbaşkanı Meclis’ten istediği kanunları çıkartsa, Hükümet dilediği kararnameleri yayınlasa bile, Hatemi’ye uygulanan yöntemlerle bunların işleme konmasının önlenmesi mümkündür. Ancak, bir nokta unutulmamalıdır. Ayetullah Hatemi’nin elinde etkin bir silâhlı güç yoktu. Devrim Muhafızları güçlendirilerek silâhlı kuvvetler ikinci plâna itilmişti. Buna karşılık Ahmedinecad, devrim muhafızı kökenli ve üst düzeyde görev yapmış bir militandır. Bu itibarla Devlet hiyerarşisinde Khamanei ve Rafsanjani’ye üstünlük sağlayamasa bile, onların güvenmek zorunda oldukları Devrim Muhafızları üzerinde etkili olabilir.
İran Nereye Doğru Gitmektedir?
İran’da yeni bir iktidar mücadelesi kaçınılmaz gözükmektedir. Bir zamanlar Batı ülkelerinin bekledikleri gibi bu değişim reformlara, demokrasiye doğru olmayacak, bilakis rejim daha radikal bir nitelik kazanacaktır. Bundan kasıt köktendinciliğin artması değildir. İran’da din adamları Humeyni ile tarihi fonksiyonlarını yerine getirmiş, onun karizması ve bir lokma bir hırka tarzı yaşamı gerilerde kalınca, İran halkının duyduğu ezikliği giderecek kurtarıcı olarak milliyetçilik duygusu ortaya çıkmıştır. Büyük şeytan yine ABD’dir. İsrail imhası istenen küçük şeytandır. Bu iki ülkeye kafa tutmak için, halkın gönülden desteklediği nükleer güç hedef olarak seçilmiştir. Her bağımsız ülkenin sahip olabileceği nükleer teknolojiyi geliştirme hakkının altında, uranyum zenginleştirme tesisiyle teyidini bulan, nükleer silâh üretme potansiyeli gizlenmek istenmektedir.
Ahmedinecad, esas gücü oluşturan devrim muhafızlarının desteğini sürdürebilirse iktidarını sağlamlaştırmakta güçlük çekmez. Diğer bir avantajı, petrol zenginliğine rağmen geçim sıkıntısı çeken halkın önemli bir bölümünün, ekonomik faaliyetlere katılıp zenginleşen mollalara karşı tepki göstermeye başlamış olmasıdır. İran’daki gelişmeleri dikkatle izleyen ABD, İran’dan kolay kolay vazgeçemeyeceği için, nasıl bir çıkış yolu bulunabileceğinin arayışı içindedir. Ahmedinecad, İsrail karşıtı söylemleriyle Humeyni’nin ateşlediği ABD-İsrail düşmanlığını körüklemekte ve nükleer teknolojiyi geliştirmekte kararlı davranarak İran halkının milliyetçilik duygularını tahrik yoluyla, konumunu güçlendirmeğe çalışmaktadır. Khamanei ve Rafsanjani’nin nükleer konularda uzlaşmaya gittikleri takdirde, Batı’dan teşvik görebilirlerse de, halkın desteğini kaybetmeleri olasıdır. Onların da Ahmedinecad paralelinde uzlaşmaz bir tutum izlemeleri halinde dışardan gelen baskının giderek artması çok muhtemeldir. Bu şartlar altında iyice sıkışacak İran kamu oyu, Musaddık döneminde olduğu gibi milli bir tepkiyi yönelebilir. O zaman İran’da artık dini dogmalar eski önemini kaybedecek ve yerini muhtemelen, yine bir ölçüde dini veçheleri bulunan milliyetçilik akımı alacaktır. Yolsuzluklara hiç karışmamış, genç Ahmedinecad böyle bir ortamda halkı arkasından sürükleyebilir.
İran’ı nasıl bir gelecek beklemektedir sorusuna yanıt aranırken gelinecek nokta budur. İhtilâlin başında amaçlanan hedef bir İslâm cumhuriyeti kurmaktı. Kurucu Meclis’te anayasa çalışmaları yapılırken iki görüş çarpışıyordu. Daha demokratik bir anayasa için mücadele verenler silâhla tehdit edildi. Kimi yumuşadı, kimi dayattı, kimi kaçtı, kimi elimine oldu. Sonunda, Velâyet-i Fakıh müessesesinin liderliği altında “teokratik” bir rejim ortaya çıktı. Rehine olayı ve Irak savaşıyla hava sertleşince “militan İslâm” ağırlık kazandı. İran, Hizbullah, İslâmi Cihad gibi terör örgütlerini destekledikçe ve 11 Eylül olaylarının ardından, dini de haksız bir şekilde içine alan “İslâmi terör” kavramı yayılmaya başladı. Buna karşı “ılımlı İslâm”a umut bağlayanlar oldu. İran’da Ahmedinecad’ın, Filistin’de Hamas’ın seçimle iktidara gelmesi, Mısır ve Lübnan’da radikallerin Meclis’e girmesi bu umudu zayıflattı. İran’ın nükleer güce de sahip olması ihtimali havayı iyice gerdi. Askeri müdahale ihtimali gündeme oturdu. İran bölgede tehdit oluşturmaktadır, dendi. Nükleer silâh ve füze sistemlerine sahip, aşırı milliyetçi ve agresif bir İran’ı nasıl tanımlamak gerekecektir? “Teokratik Nasyonalizm” diye yeni bir kavram mı söz konusudur?
Bu değerlendirme “Ortadoğu ve Balkan İncelemeleri Vakfı Dış politika ve Savunma Araştırmaları Grubu” tarafından kaleme alınmıştır.
*Dış politika ve Savunma Araştırmaları Grubu: Başkan: M. Süreyya Yüksel, Orgeneral(E)-Büyükelçi(E), Bşk.Yrd.İlter Türkmen, Büyükelçi(E)- Dışişleri Eski Bakanı, Üyeler; Fahir Alaçam Büyükelçi(E), Ahmet Çörekçi Orgeneral (E), Salim Dervişoğlu Oramiral (E), Çetin Doğan Orgeneral (E), Şadi Ergüvenç Korgeneral (E), Vahit Halefoğlu Büyükelçi(E) ve Dışişleri Eski Bakanı, Faik Melek Büyükelçi (E), Candemir Önhon Büyükelçi (E), Nahit Özgür Orgeneral (E) ve Büyükelçi (E), Güner Öztek Büyükelçi (E), Hasan Sağlam Korgeneral (E) ve Milli Eğitim Eski Bakanı, Turgut Tulumen Büyükelçi (E)