GSE-Yirminci yüzyılın sonlarına doğru Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliğinin ortadan kalkmasını
GSE-Yirminci yüzyılın sonlarına doğru Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliğinin ortadan kalkmasını müteakip ABD, dünya politikasına hâkim yegâne küresel güç olarak kalmış ve dünya hızla ABD’nin hegemonyasında tek kutuplu bir durum almaya başlamıştır.
Yeni dönemde tehdit algılamaları da değişmiş, terörizm başta olmak üzere kitle imha silahlarının yaygınlaşması, kitlesel göç hareketleri, uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı, kökten dincilik, çevrenin korunması gibi konular küresel güvenlik sorunları olarak ortaya çıkmıştır.
ABD, küresel hegemonya sağlayabilmek, yenidünya düzenini kendi istekleri çerçevesinde oluşturabilmek ve ortaya çıkan bu yeni tehditleri etkisiz hale getirebilmek amacıyla politikalar belirlemeye başlamıştır.
Yeni düzende dünyayı kontrol edebilme keyfiyeti, bölgesel politikalar geliştirerek stratejik coğrafyalarda söz sahibi olma temeline dayanmaktadır. Bu çerçevede ön plana çıkan bölgeler Orta Doğu, Kuzey Afrika, Orta Asya ve Kafkasya ile Hazar Bölgesi’ni kapsayan alan olmuştur. Bu bölgelerin ön plana çıkmasının sebepleri; terörün türediği kaynakların bu bölgelerde olduğunun düşünülmesi, doğal enerji kaynaklarının ve geçiş yollarının bulunması ve dolayısıyla bu bölgelerin artan stratejik önemidir. Bu düşünceden hareketle ABD, Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) olarak bilinen bir proje geliştirmiş ve uygulayacağı politikalar çerçevesinde, gerektiğinde askerî güç kullanmak da dahil olmak üzere, demokrasinin oluşturulması ve geliştirilmesi adı altında çeşitli yöntemlerle bu bölgelerde hakimiyet kurmayı ve hegemonyasını pekiştirmeyi amaçlamıştır.
BOP’un sınırları ABD tarafından açıkça ifade edilmemekle birlikte, izlediği yol haritası göz önünde bulundurulduğunda; Afrika’nın kuzeyinde Fas’dan başlayıp, doğuya doğru Kuzey Afrika ülkeleri, Körfez dahil olmak üzere Orta Doğu ülkeleri, Kafkasya ve Orta Asya’yı içine alan, Çin sınırına kadar uzanan bir bölgeyi kapsadığı anlaşılmaktadır.
BOP’un coğrafi bir bölgeyi kapsamakla birlikte politik ve buna paralel olarak da stratejik bir amacının olduğunu ve özellikle İslam Coğrafyası üzerinde gerçekleştirilmek istenen bir proje olduğunu söylemek de mümkündür.
Başlangıçta Büyük Orta Doğu Projesi olarak adlandırılan bu projede, hedef ülkelerin rejimlerinin değiştirilmesi, uluslararası sisteme monte edilerek kontrol edilebilir bir duruma getirilmesi öngörülmüş, bu dönüşümde uygulanacak stratejilerin de farklı olması düşünülmüştür.
Diplomasiden başlayıp, kadife devrimler, iç ayaklanmalar, güç gösterileri ile baskı yaratma ve en son yöntem olarak da fiili güç kullanmaya kadar varan yelpaze içinde uygulanması düşünülen stratejiler, ABD’de “yeni muhafazakarlar”ın iktidara gelmesi ve 11 Eylül’ün yarattığı dehşetten dolayı, daha çok güç kullanma öncelikli olarak gelişmiştir. 2004 Haziran ayında İstanbul’da gerçekleştirilen NATO Zirvesi öncesinde projenin adı Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi(GOKAP)’ne dönüşmüştür.
Bu projenin ortaya çıkma nedenleri incelendiğinde özellikle, tanımlanan bölgede nüfusun ve gelir dağılımı adaletsizliğinin etkisiyle fakirliğin artması ve bunun sebebi olarak da, özelde ABD’nin, genelde ise Batı’nın görülmesi olduğu söylenebilir. 11 Eylül terör konusunu derinlemesine incelediğimizde, olayın önemli nedenlerinden birinin de İsrail-Filistin anlaşmazlığının olduğunu ve bu anlaşmazlıkta da ABD’nin İsrail lehine yanlı hareket ettiğini görmek mümkündür.
Mazlum durumuna düşen Filistin halkının çaresizliği, Müslüman dünyasında İsrail’e olduğu kadar ABD’ye karşı da bir düşmanlık duygusunun gelişmesine sebep olmuştur. Gittikçe artan İsrail ve ABD karşıtlığı, nefrete dönüşmüş ve asimetrik güçlerin mücadele yöntemi olan şiddet ve terör ön plana çıkmıştır.
Ayrıca, Orta Doğu bölgesinin karmaşık iç dinamiklerinin ABD tarafından doğru anlaşılamamış olması, ABD’nin bölge ülkeleri ile kurmaya çalıştığı diyalogu da menfi yönde etkilemiştir. Bu yaklaşım, radikal İslam’ın güç kazanmasına, Amerikan karşıtlığının yayılmasına ve sonuçta terör eylemleriyle ABD’yi ve diğer Batı ülkelerini tehdit etmesine ortam yaratmıştır. Bu durumun istikrarsız rejimlerin varlığı ile birleştiğinde terörü artırdığı, kitle imha silahlarının yaygınlaşması, uyuşturucu ve insan kaçakçılığının artması gibi önemli güvenlik ve düzen sorunlarını da beraberinde getirdiği değerlendirilmektedir.
Bu düşünceden hareketle, bölgedeki tehdit unsurlarıyla etkin bir biçimde baş edebilmek için bölge ülkelerinin “çağın gereklerine uygun olarak” demokratikleştirilmesi ve bu amaçla sosyal, ekonomik ve siyasal reformlar gerçekleştirilmesi ihtiyacının ortaya çıktığı sonucuna varılabilir. Gerçekleştirilmesi düşünülen reformlarla da; siyasal özgürlüklerin genişletilmesi, rejimlerin iyileştirilmesi, sivil toplumun güçlendirilmesi, yolsuzlukla mücadele, eğitim reformu ile okur-yazarlığın artırılması, kadın haklarının genişletilmesi, ticaret ve finans sektörlerinin uluslararası sisteme uyumu ile girişimciliğin ve serbest ticaretin teşvik edilmesi gibi amaçlar güdülmüştür. Ayrıca, terörle mücadele kapsamında bölgedeki radikal İslam ve Amerikan karşıtı rejimlerin, ılımlı İslam olarak nitelendirilen yönetimlerle değiştirilmesi, toplumların refah seviyelerinin artırılması ve bu çerçevede demokrasi getirilmesi de hedeflenmiştir.
Diğer taraftan bu projenin, bölgedeki enerji kaynaklarını, terminallerini ve bunların intikal yollarını kontrol etme hedefinin de olduğu bir gerçektir. Gelişmenin ve refah düzeyinin endüstriyel ilerlemeye bağlı olduğu günümüzde, enerji kaynaklarının ve bunların bulunduğu bölgelerin kontrol edilmesi büyük önem arz etmektedir.
Tarihsel olarak bakıldığında, ABD’nin dış politika ve milli güvenlik stratejisini jeopolitik temeller üzerine kurduğu görülmektedir. 20. yüzyılın sonlarına doğru bilinen dünya hakimiyet teorilerinden ayrı olarak “enerji kaynaklarını kontrol eden dünyayı kontrol eder” tezine dayalı yeni bir stratejik anlayış oluşmaya başlamıştır.
Küresel hâkimiyetin yeni belirleyici unsurunun enerji kaynaklarının kontrolüne dayandığı, bu anlayış çerçevesinde ABD’nin, Soğuk Savaş dönemi boyunca tam olarak etkinlik sağlayamadığı Orta Asya ve Orta Doğu bölgeleri üzerine odaklanarak, yeni bir bölgesel etki alanı oluşturmaya çalıştığı görülmektedir.
Her iki bölgede de yoğun olarak bulunan petrol ve doğal gaz rezervleri üzerinde kontrol sağlanması, enerji nakil hatlarının güvenliğinin tesis edilmesi ve bu kaynakların bulunduğu ülkelere coğrafî olarak daha yakın bulunan Rusya ve Çin gibi aktörlerin bölge ülkeleri üzerindeki etkinliğinin sınırlanması; bu bölgeden gelecek olan enerji kaynaklarına muhtaç olan endüstriyel demokrasilerin bekası açısından gerekli görülmüştür. Kendisine biçtiği arabulucu rolünü bölgesel sorunların çözümü için de uygulamak isteyen ABD, bu kapsamda bölgelere yaptığı diplomatik müdahalelerde etkin bir başarı elde edememiştir.
Yeni yüzyılın başında Amerikan ulusal güvenlik anlayışının temelden sarsılmasına sebep olan terör saldırıları da, Orta Doğu’dan kaynaklanmıştır . El Kaide terör örgütünün ABD’ye karşı düzenlediği 11 Eylül terör saldırılarından sonra Amerikan ulusal güvenlik anlayışının sadece barışçıl arabuluculuk rolleri veya insanî müdahale misyonu ile sınırlı kalmayacağı açıklık kazanmıştır. Uluslararası teröre karşı “küresel bir güvenlik anlayışı” benimseyen ABD, yaşadığı bu sarsıntının ardından tüm kurumları ile hegemonyasını yeniden yapılandırma çalışmalarına başlamıştır. Bu kapsamda, on yıl boyunca dolaylı bağımlılık ilişkilerini temel alan esnek imparatorluk anlayışı, güç kullanımına dayalı, kapsamlı ve uzun vadeli bir meydan okumaya dönüşmüştür.
Ayrıca enerji stratejisi anlayışına göre, ABD’nin hegemonyasını sürdürebilmesi ve gerektiğinde AB’yi kısıtlayabilmesi için, özellikle Avrupa’nın bağımlı olduğu enerjinin de kontrol edilmesinin ABD açısından dikkate alındığı değerlendirilmektedir. Ayrıca Çin’in gittikçe artan enerji ihtiyacı üzerinde kontrol sağlamanın da bu hegemonyanın güçlenmesine katkıda bulunduğu düşünülmektedir.
Bu iki düşünceden ayrı olarak Avrupa ve Orta doğu ülkelerinin, ürettiği malların çoğunu ABD’ye ihraç ettiği ve ABD’nin de karşılığında borçlandığı, ABD’nin bu ülkelerin yeni pazarlar bulmalarına imkan vermemek ve kurulmuş düzenin devam etmesi maksadıyla hareket ettiği ileri sürülmektedir.
ABD’nin 500 milyar dolarlık dış ticaret açığının bulunduğu, Avrupa ve Rusya’dan önce bölgeyi kontrol ederek ekonomik anlamda büyümesini devam ettirmeyi amaçladığı, aksi takdirde askeri ve siyasi etkinliğin yanında ekonomik gerilemesinin söz konusu olacağı ifade edilmektedir.
ABD bu projesini gerçekleştirebilmek amacıyla, Soğuk Savaş dönemi kuruluşlarından, özellikle NATO’nun, Genişletilmiş Orta Doğu bölgesinin hem askeri, hem ekonomik olarak dönüştürülmesinde aktif görev almasını sağlamaya, bu çerçevede yeni görev tanımlamaları oluşturmaya çalışmaktadır. Diğer taraftan NATO’nun lideri konumundaki ABD’nin geliştirdiği stratejilerle, NATO’ya yüklenen yeni misyonlar ve örgütün doğuya doğru genişlemesi politikaları arasındaki paralellikler bulunmaktadır.
NATO’nun genişlemesi, bu genişleme sürecinde NATO’ya her giren ve girecek olan üyenin ABD yanında yer alması, ABD’nin hakimiyetine katkıda bulunmaktadır. Bu yeni durumda, NATO genişledikçe ABD’nin gücü artmakta, kendisi ile rekabet etme düşüncesinde olan Avrupa Birliği (AB) genişledikçe karar alma konusunda yaşanan sıkıntı arttığından AB’nin gücü azalmaktadır. Ayrıca AB’ye her yeni giren üyenin aynı zamanda NATO’nun yeni üyesi olması, ABD’nin AB içindeki konumunu da güçlendirmektedir. Bu nedenle ABD, kendi hegemonik konumuna katkıda bulunduğu için AB’nin genişlemesini desteklemektedir.
Ayrıca, ABD’nin, özellikle bu projenin bir Amerikan projesi olduğu izlenimini kamufle etmek amacıyla NATO’yu projenin uygulanmasına dahil etmek istediği de düşünülmektedir. Bu çerçevede, bir NATO ülkesi ve bu örgütün lideri olarak ABD, birliklerini yeniden yapılandırma ve konuşlandırma çalışmalarına da başlamıştır. Örneğin, ABD Avrupa’daki ve Uzakdoğu’daki birliklerinin bir kısmını Doğu Avrupa, Kafkasya, Orta Doğu ve Orta Asya’ya kaydırma çalışmaları yapmaktadır. Ayrıca ABD’nin Karadeniz’de hakimiyet kurma, Montrö’yü zorlama girişimlerini de, bu projenin bir parçası olarak nitelendirmek gerekir. Her ne kadar bu yeniden konuşlandırmanın terörle daha etkili mücadele etme amacını taşıdığı söylense de, yukarıda ifade edilen hususların ışığında, enerjinin kontrolü stratejisinin bu yeniden konuşlandırma çalışmalarında etkili olduğu yorumunu yapmak da yanlış olmayacaktır.
ABD’nin gücünün günümüz dünyasında tartışmasız olduğu bir gerçektir. Gücünü doğal olarak, ulusal menfaatlerine uygun olarak kullanmak isteyeceği de yadırganamaz. Bu gücünü “yeni muhafazakarlar”ın arzu ettiği gibi aşırı hegemonist düşünce ve açıktan Yahudilerin güvenliği istikametinde kullanmasının yaratacağı olumsuz durumun, dünya barışını tehlikeye sokacağı da dikkate alınmalıdır.
Ayrıca Medeniyetler Çatışmasını yaratacak girişimler de bu yönde yaratılan senaryoları da haklı çıkaracak ve dünya barışı bir çıkmaza doğru sürüklenecektir. Diğer taraftan imparatorluk anlayışını çağrıştıran bir hegemonik düşünceden hareketle, egemenlik yaratacak sahalara ait sınırların belirlenememesi sonucunda, gücün tükenmesi de söz konusu olabilecektir. Bu nedenlerle gücün mantıklı, ölçülü, adil ve barışçıl amaçlarla kullanılması, kendi içinde kuşatılmış beyinlerin tuzağına düşülmemesi ABD açısından önem kazanmaktadır.
11 Eylül’ün yarattığı güvenlik endişesinin, düşünceleri esir almasına engel olunması da aklın gereğidir. Ancak ABD’nin bu hususları ne kadar dikkate aldığını ve gücünü daha ne kadar ve nereye kadar sürdürebileceğini, buna paralel olarak da tek kutuplu dünya düzeninin daha ne kadar devam edeceğini zaman gösterecektir. Ancak ABD’nin tek kutuplu dünya düzeninin süper gücü olmanın vermiş olduğu avantajla yürüttüğü bu politikasını, çok büyük değişiklikler olmadığı taktirde, mevcut durumu ile 25-30 yıl daha sürdürebileceği beklenmektedir. Çünkü bu zaman dilimi içinde ABD ile teknolojik, ekonomik, askeri ve dolayısı ile politik açıdan rekabet edebilme seviyesine gelebilecek bir gücün bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Bu süre içinde Çin’in (sosyal bir problem içine düşmediği takdirde) güçleneceği, Rusya’nın eski gücüne ulaşamasa da bugünkü durumunun üstünde bir konuma gelebileceği, ABD’nin birinci öncelikle Çin’i, ikinci öncelikle de Rusya’yı dengelemek amacıyla yeni stratejik müttefiki olarak gördüğü Hindistan’ın yeni bir ivme yaratma potansiyeline sahip olduğu, Japonya’nın teknolojik ve ekonomik gücünden yararlanıp, ABD’nin kendisine tanıdığı fonksiyonları zaman içinde lehine kullanarak ABD etkisini kırabileceği düşünülmektedir.
AB’nin ise siyasi birliğini sağlama konusunda sıkıntılı olabileceği, ancak en azından ekonomik birliğini devam ettirebileceği kıymetlendirilmektedir. Dolayısı ile dünyanın tek kutupluluktan çok kutuplu bir düzene doğru gidebileceği, bu zaman zarfında ABD hakimiyetinin gittikçe azalsa da devam edeceği sonucuna varılabilir.
ABD’nin, bir taraftan güvenlik kaygıları, diğer taraftan hegemonik düşünceler içinde dünyayı kontrol etme politikası çerçevesinde, sahip olduğu gücün de etkisi ile ortaya koyduğu ve uyguladığı koruyucu, önleyici, ön alıcı, tehdidi ortaya çıkmadan bertaraf etmeyi içeren güvenlik stratejilerinin uluslararası hukuk ile ne dereceye kadar uyum sağladığı henüz anlaşılamamıştır.
BM’nin de duyduğu kaygılar sonucunda birtakım girişimler ile, barışı koruma, kontrol ve inisiyatifi yeniden elde etmek için bir takım faaliyetler içinde olduğu da bilinmektedir. Ancak ABD’nin de böyle bir stratejiyi sadece kendisinin veya kendi kontrolünde kullanılabileceği şeklinde bir düşünceye sahip olduğu ve bir çifte standart uygulaması içinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Bunun en yakın örneğini Türkiye’nin yaşamakta olduğu PKK/Kongragel terörü ile mücadele konusunda ABD’nin gösterdiği isteksizlikte görmek mümkündür.
ABD, Irak’ta arzu ettiği sonuca ulaşmakta sorunlarla karşılaşmaya devam etmekte, Irak’ta güç bulundurmakla Suriye ve özellikle İran üzerinde kurmayı düşündüğü baskıyı arzu ettiği şekilde gerçekleştirememekte ve bu konuda gittikçe sıkıntıya düşmekte, ayrıca iç kamuoyundaki olumsuzluklar da artmaktadır. Bu nedenle bundan sonra alınacak tedbir ve yapılacak müdahalelerde Avrupa’nın ve BM’nin desteğini aramaktadır.
Petrol fiyatındaki artışlar da ABD ekonomisini olumsuz yönde etkilemektedir. Başkan Bush son açıklamasında ABD’yi “petrol bağımlısı ülke” olarak tanımlamış ve özellikle Orta Doğu petrollerine bağımlılığın yarattığı olumsuzlukları gidermek için tedbirler alındığını, ARGE faaliyetlerine ağırlık vererek alternatif yakıt üretileceğini ve 2025 yılında Orta Doğu petrollerine olan bağımlılığın %75 oranında azaltılmasının planlandığını ifade etmiştir. Doğal olarak bu ifadelerin, petrolü bir silah olarak kullanan İran gibi ülkelerin durumlarını etkilemesi beklenmektedir.
Esasen ABD’nin, yaşanan olaylardan sonra demokrasilerin güç kullanarak oluşturulamayacağını, bölgede demokrasi ve serbest seçimler gerçekleştirildiği taktirde arzu ettiği sonuca da ulaşamayacağını anladığı, bu nedenle kontrolü sağlamak için ülkenin yapısına uygun hareket etmenin ve yönetimleri kendine müzahir hale getirmenin daha uygun olacağını değerlendirdiği düşünülmektedir.
ABD’nin her konuya ve bölgeye kendisinin müdahale etmesi mümkün olamayacağı gerçeğinden hareketle, ön gördüğü politika ve stratejileri uygulayabilmesi için, kendine müzahir bölgesel güçlere destek vermesi ve bu güçlerle işbirliği yapması kaçınılmaz görünmektedir. Özellikle GOKAP Projesinde, bölgedeki yegane demokratik, laik, hukuk devleti anlayışına sahip, istikrarlı ve güvenilir bir müttefik olan Türkiye ile işbirliği yapmak istemesini doğal karşılamak gerekir. Bu kapsamda ABD’nin Türkiye’ye, “ılımlı İslam ile model olma” ve “cephe ülkesi konumunda bulunma” rollerini biçtiği değerlendirilmektedir.
Ancak bu projede Türkiye’yi, kendisinin her isteğine cevap verecek stratejik bir ortak olarak görmesini ve Türkiye’ye sahip olduğu değerleri zedeleyici ‘ılımlı İslam’ gibi bir rol biçmesini de stratejik bir hata olarak nitelendirmek gerekir. Aslında bu iki ülke bugüne kadar hiç stratejik ortak konumuna gelmemiş olup, bundan sonra da geleceği beklenmemelidir.
Stratejik Ortaklık, geniş bir alanda menfaatlerin ortak olmasını, ortak politikalar oluşturmayı ve ortak hareket etmeyi gerektirir. ABD’nin bu anlamda stratejik ortaklarının İngiltere, İsrail ve kısmen de Kanada olduğu söylenebilir. Türkiye ve ABD, belirli sahalarda menfaatleri birleştiğinden ve iki ülke arasında “al-ver” ilişkisi olduğundan, yeri ve zamanı geldiğinde birlikte hareket etmektedir. Bu nedenle iki ülkenin Stratejik Müttefik olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Stratejik Müttefiklik ilişkileri çerçevesinde, belirli sahalarda karşılıklı ve birbirine zarar vermeyecek isteklerde bulunulması doğaldır.
ABD’nin, GOKAP’ı işlevsel hale getirebilmesi için sadece bölgede var olan sorunları değil, aynı zamanda stratejik ortaklık ve müttefiklik ilişkisi kurmak zorunda olduğu ülkelerin de sorunlarını ve bölgesel pozisyonlarını hesaba katması gerekmektedir. Ancak, bu olası stratejik ortak ve müttefiklerin bölgede bulunan temel sorunlarla baş edebilmek için yeterli altyapıya sahip olup olmadığı, bu bölgeden kendi sınırları içerisine yansıyabilecek sorunlara karşı ne kadar kararlı bir şekilde ABD’nin yanında yer alabilecekleri konularında tereddütler vardır.
Türkiye’nin, bu projenin başarıya ulaşması için aktif bir rol üstlenmesinin kaçınılmazlığı fikri, Türk Hükümeti tarafından kabul görmüş ise de, bu fikrin işlerlik kazanması için gerekli olan geniş tabanlı destek ne kamuoyunda, ne sivil toplum örgütlerinde, ne muhalefet saflarında, ne de devletin diğer organlarında oluşmamıştır. Nitekim, 83 yıldır kararlılıkla devam ettirdiği laik bir düzen içinde modernizasyon ve demokratikleşme çabaları ile ılımlı İslam anlayışının çok önüne geçmiş bir Türkiye’nin, GOKAP içerisinde Arap ülkelerine model oluşturmasının Türkiye’nin dış politika hedeflerine ulaşmasında yaratacağı risk göz önüne alındığında, bu kaygıların haklılığı ortaya çıkacaktır.
Türkiye’nin yıllardır yakınlaşmaya çalıştığı Batı dünyasından kopması ve Müslüman ülkelerin yeniden yapılandırılması gibi ne kadar süreceği ve ne getireceği belirsiz bir misyon ile bu bölgede tecrit edilmesi ihtimali, ülkemizin dış politika çıkarları bağlamında bir risk faktörü oluşturmaktadır. Öte yandan, İsrail, AB ve ABD ile iyi ilişkiler sürdürmeye çalışan, laik ve demokratik bir ülkenin GOKAP bölgesi içerisinde reformları teşvik etme konusundaki başarı şansı da tartışmalı bir konudur.
Diğer taraftan, bölgedeki Amerikan aleyhtarlığı, batı karşıtlığı ve radikal İslamî düşüncelerin kısa vadede etkisiz hale gelmeyeceği aksine artış göstermekte olduğu, HAMAS’ın Filistin’de seçim kazanması, İran’daki gelişmeler, peygamberin karikatürlerinden dolayı batı aleyhindeki gelişmeler gibi şimdiye kadar yaşanan eylemler ile kesinlik kazanmışken, laik ve batı saflarında görünen Türkiye’nin bölge ülkeleri üzerinde ne kadar başarı sağlayacağı da belirsizdir. Bu kaygılar güvenlik açısından ele alındığı takdirde, Türkiye’nin terörle savaşta cephe ülkesi olarak rol almasının yaratacağı olası güvenlik sorunları da dikkate alınmalıdır.
Tüm bu faktörler göz önüne alındığı takdirde, Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgede güvenliğini sağlayabilmek, bölgesel etkinliğini koruyabilmek, diplomatik ilişkilerini herhangi bir negatif etki olmaksızın sürdürebilmek için sadece kendi menfaatlerini gözeten uzun vadeli, proaktif, çok yönlü ve kararlı bir dış politika geliştirmesinin önemli olduğu açıklık kazanmaktadır.
Şüphesiz Türkiye, içinde bulunduğu bölgede kontrolü kaybetmemek için, kendi inisiyatifi dışında gerçekleştirilecek bir düzenlemenin dışında kalmamalıdır. Bundan dolayı, ABD ile belirli sınırların gözetildiği bir işbirliği yapması gerekecektir. Ancak, bu işbirliğinin içeriğinin belirlenmesinin sadece ABD’ye bırakılması Türkiye için zararlı sonuçlar doğurabilecektir. Mevcut durum itibarı ile ABD tarafından Türkiye’ye biçildiği öngörülen her iki rolün de içeriği ABD tarafından tayin edilmiş, özveride bulunması gereken konular belirtilmiş, ancak buna karşılık nasıl bir fayda elde edileceği ortaya konmamıştır.
Bu açıklamaların ışığında, ABD ile Türkiye arasında, Türkiye’nin ulusal ve uluslararası çıkarlarını ön plana aldığı yeni bir stratejik diyalogun kurulması gerekmektedir. Türkiye, sınırlarını ve içeriğini, yapılacak müzakereler sonucunda tayin edeceği bir perspektif oluşturduğu takdirde bölgesel etkinliğini artırabilecek ve bölgenin geleceğinde aktif bir rol almaya hazır hale gelecektir.
ABD’nin küresel hegemonyasını inşa etme çalışmalarına şahit olduğumuz son birkaç yıl içerisinde, uluslararası ilişkiler ve savunma kavramlarının içeriklerinin de değişmeye başladığı bir gerçektir. ABD’nin üstünlüğünün kalıcılığını belirleyecek olan GOKAP’ın geleceği de, yaşanmakta olan bu değişimin bir parçasıdır. Doğuya doğru kayan stratejik çıkarlarını koruyabilmek için başlattığı bu projenin başarıya ulaşması, ABD hegemonyasının kalıcılığını da belirleyecektir.
Ortaya çıkan bu yeni transatlantik projesi dâhilinde Türkiye’nin gelecekte bölgesinde karşılaşacağı yeni oluşumların dışında kalmamak ve Batı dünyası ile ilişkilerini geliştirmek için gerekli olan uzun vadeli politikalarını ve bunlara uygun stratejilerini geliştirmesi önem taşımaktadır. Ayrıca sadece Batı Dünyası politikalarına entegre edilmiş anlayışın, orta ve uzun vadede çok kutuplu dünya düzenine geçişte Türkiye için yeterli ve hatta güvenilir olmayacağı da düşünülmelidir.
Bu konu, ABD ile olan ilişkilerde ve AB giriş sürecindeki sıkıntılarda açık bir şekilde görülmektedir. ABD Türkiye’nin AB’ye girmesini; Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Kafkasya ve Orta Doğu ülkelerine olan açılımını sınırlayarak bu dünya ile olan bağlantısını zayıflatmak, batıdan uzaklaşmasını önlemek ve ayrıca AB içinde kendine yakın bir müttefikini bulundurarak AB’deki etki alanını genişletmek için arzu etmektedir.
Diğer taraftan da Türkiye, AB giriş sürecinde sıkıntılarla karşılaşmaktadır ve bundan sonra da karşılaşacağı beklenmektedir. Gelişmelerin Türkiye’nin güvenliğine yapacağı negatif etkiler ile AB’den beklenen ekonomik ve sosyal imkânlar ile güvenlik endişelerinin beklentileri karşılamaması durumunun Türkiye’nin AB’ye giriş sürecini etkileyeceği, hatta durma noktasına getireceği de değerlendirilmektedir. Ayrıca ABD, Türkiye’nin bölgesel bir güç olmasını da arzu etmemektedir.
ABD, dış politika konularında kendisinin desteğine muhtaç, ekonomik konularda dibe vurmamış ancak refaha da kavuşmamış, askeri açıdan güçlü ancak malzeme açısından kendisine bağımlı bir Türkiye’yi tercih etmektedir. Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak ortaya çıkması halinde, kendi menfaatleri ve kontrolü dışında daha bağımsız hareket edebileceğini düşünmektedir.
Bu durumda Türkiye’nin ABD ile olan durumunu yeni bir perspektife oturtması elzemdir. ABD Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’ye yaptığı son ziyarette gündeme getirilen Stratejik Vizyon Belgesi’nin içi doldurulurken bugüne kadar edinilen tecrübelerin ışığında, Türkiye’nin menfaatlerinin çok iyi gözetilmesi ve hazırlanmasının sadece ABD’ye bırakılmaması gerekli görülmektedir.
Gelecekte oluşacağı değerlendirilen çok kutuplu dünya düzeninde, etkin olabileceği kıymetlendirilen Şangay İşbirliği Örgütü ile iletişim kurmanın, Türk Dünyası ile ilişkileri geliştirmenin, bölge ülkeleri ile iyi münasebetler içinde bulunmanın, çıkan fırsatları değerlendirerek bölgede inisiyatifi ele geçirmenin ve dolayısı ile çok yönlü politika uygulamanın fayda getireceği değerlendirilmektedir. Ancak bu maksatla atılacak adımların önceden iyi hesaplanması, şartların olgunlaştırılması, taraflardan birinin şimşeklerini üzerine çekmemesi, muhatapların, girişim zaman ve usullerinin uygun şekilde seçilmesi gerekmektedir.
Türkiye’nin tarihi geçmişi, sahip olduğu özellikler ve jeopolitik gücü, bu hususları gerçekleştirmeye imkan vermektedir. Türkiye’nin önümüzdeki dönemden zarar almadan çıkabilmesi ve millî çıkarlarını gözetebileceği yeni açılımlar geliştirebilmesi için hükümetlerin ideolojik düşüncesine bağımlı, iktidarlarını devam ettirmeye yönelik, anlık tepkilerle şekillenen, kısa vadeli, değişken ve reaktif politikaları bir kenara bırakması elzemdir.
Türkiye yukarıda belirtilen hedeflere yönelik dış politika ve güvenlik stratejileri geliştirdiği, bunları devlet politikası haline getirerek uyguladığı takdirde, gerek Genişletilmiş Orta Doğu alanı içinde ve gerekse uluslararası arenada etkin, proaktif politikalar üretip uygulayan, çok yönlü bir bölgesel aktör olarak yerini almaya muktedirdir.
E.Tümgeneral Armağan KULOĞLU
08/06/2006
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Irina Zvyagelskaya, “What Strategy for the Greater Middle East? A Russian Perspective”, CEPS European
Security Forum, 1 December 2003, s. 1-2.
[2] Armağan Kuloğlu, “NATO’nun Doğu’ya Doğru Genişlemesi, Değişen NATO ve Bu Değişimde Enerjinin
Rolü”, Stratejik Analiz, Cilt 5, No. 54, Ekim 2004, ss. 49-54.
[3] Henry Kissinger, Amerika’nın Dış Politikaya İhtiyacı Varmı?, Tayfun Evyapan (çev.), Birinci Basım, METU
Press, Ankara, 2002, ss.127-130.
[4] Armağan Kuloğlu, “Soğuk Savaş Sonrası Bozulan Dengeler, Irak Krizi ve Bölgesel İstikrar Arayışları”,
Stratejik Analiz, Cilt 4, Sayı 44, Aralık 2003, s. 43.
[5] Jeffrey Record, “The Bush Doctrine and War With Iraq”, Parameters: U.S. Army War College Quarterly, No.
XXXΙΙΙ, Vol 1, Spring 2003, ss. 4-5.
[6] Armağan Kuloğlu ve Fatma Elif Salkaya, “Büyük Orta Doğu Projesi ve Türkiye”, Stratejik Analiz, Cilt 4,
Sayı 48, Nisan 2004, s.25.
[7] MahirKaynak, Emin Gürses “Büyük Orta Doğu Projesi” Timaş Yayınları, 8.baskı, Nisan 2005, s.14-15
[8] Brzezinski, “Tercih, Küresel Hakimiyet mi Küresel Liderlik mi?”, İnkilap Kitapevi 2005, s.8-9-10-16.
[9] The National Security Strategy Of The United States Of America, September 2002.
http:/www.whitehouse.gov/nsc/nss.pdf
The National Military Strategy Of The United States Of America, 2004.
http://www.av.af.mil/av/awcgate/nms/nms2004.pdf
The National Defence Strategy Of The United States Of America, March 2005.
http://www.globalsecurity.org/military/library/policy/dod/nds-usa_mar2005.htm
[10] Armağan Kuloğlu, “ABD Güvenlik Staratejisinin Küresel Etkileri ve Türkiye Açısından Değerlendirilmesi”,
Stratejik İnceleme, Ocak 2006.
[11] Armağan Kuloğlu ve Fatma Elif Salkaya, “Büyük Orta Doğu Projesi ve Türkiye”, Stratejik Analiz, Cilt 4,
Sayı 48, Nisan 2004, s.25.