YDH- İsrail’de yayımlanan sağcı Jerusalem Post gazetesi, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin seçim zaferini “Türkiye’nin otokrasinin eşiğine gelmesi” olarak değerlendirdi.
YDH- İsrail’de yayımlanan sağcı Jerusalem Post gazetesi, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin seçim zaferini “Türkiye’nin otokrasinin eşiğine gelmesi” olarak değerlendirdi.
Erdoğan’ın İsrail karşıtı söylemi yurt içindeki baskıcı politikalarından ve yurtdışında İslamcı müttefikler arayışından bağımsız düşünülemez.
İslamcılık taraftarı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Türkiye’nin pazar günkü parlamento seçimlerindeki zaferi hakkında söylenebilecek tek iyi şey, tam bir zafer olmayışıydı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki AKP, Türkiye anayasasını tek başına kuşkusuz İslamcılık taraftarı bir şekilde değiştirmesi ve Erdoğan’a başbakan olarak geçireceği üç döneminden sonra da iktidarda kalmasını sağlayacak başkanlık stili bir hükümet yaratması için güçlendirebilecek olan parlamentoda üçte iki çoğunluğu yakalayamadı.
AKP, 550 sandalyelik parlamentoda yukarıda bahsedilen reformları referanduma götürebilmesini sağlayacak gerekli 330 sandalyeyi de elde edemedi.
Teorik olarak, bu durum İslamcı ve laik kamplar arasındaki kutuplaşmayı azaltarak ve bu arada hem içeride hem kamuda AKP’nin otoriterliği konusunda tartışmaları alevlendirip, konsensüsle yürütülecek bir anayasal sürecin yolunu açabilirdi.
Fakat daha ziyade muhtemelen, AKP uzlaşmayı boş verip AKP yönetimli bir anayasayı referanduma sunmak için başka partilerden gönüllü birkaç milletvekilinden gelecek gerekli beş ek oyla meseleyi kapamayı tercih edecek. Parlamento seçimlerindeki başarısına bakarsak, AKP o referandumu muhtemelen kazanacaktır.
AKP, hiç şüphesiz popülerliğindeki istikrarlı artıştan -2002’de oyların yüzde 34’ünden 2007’de %46,58’ ve pazar günkü seçimlerde %50 civarına- yurt içinde dini muhafazakârlığı, yurtdışındaysa İran, Suriye, Hamas ve Hizbullah’la bağları güçlendirmeyi içeren bir program için cesaret alacak.
AKP’nin sandalye sayısının 2002’de 363 ve 2007’de 341’den bugün 326’ya düşüşünü popülerliğindeki bir düşüşten ziyade, Türk seçim sürecindeki gariplikler açıklıyor.
Erdoğan’ın mükemmel siyasi sezileri onu, ülkesini Avrupa Birliği üyeliği ve bunun talep ettiği bütün o zorlu ekonomik ve sosyal reformlardan, dindar Türklere cazip görünen daha gelenekselci, anti-liberal bir politikaya sürmeye sevk etti.
Laik hemşerilerine kıyasla hızlı demografik artışları, bölgeyi silip süpüren güçlü bir İslamcı akımla birlikte, AKP’ye istikrarlı bir şekilde genişleyen bir destek tabanı temin etti. 2007 seçimlerindeki ezici seçim zaferinden sonra, AKP büyük bir özgüven kazanarak, “merkez sağ” reformu parti platformu kisvesi altında giderek daha İslamcı bir ajandaya doğru kurnazca artan baskısını derece derece sürdürdü.
Bugün Türkiye otokrasinin eşiğinde. Avrupa’daki Güvenlik ve İşbirliği Örgütü’ne göre ülke, dünyadaki en büyük mahkûm gazeteci sayısına (57) –Rusya’dan, Çin’den ya da İran’dan daha fazla- sahip.
Hükümetin başını çektiği, medyaya gözdağı verme çabaları yoğunlaştı; özellikle, siyasi gerekçeli vergi denetimleri ve para cezalarının birleşimiyle gazeteleri itaate zorlanan bir zamanların hırçın Doğan medya grubuna karşı.
Aşırı milliyetçi laik askeri memurlarca planlanmış tafsilatlı bir darbe girişiminin soruşturması olarak 2007’de başlayan Ergenekon davası, o zamandan beri, İslamcı hükümet tarafından –kabul edilmesi gerekir ki, iktidarda olduğu yıllarda gücünü kötüye kullanmış olan- laik kuruluşa karşı başlatılan McCarthy tarzı bir cadı avı olarak istismar edildi.
Son dört yıldır AKP kontrolündeki polis, üniversite rektörleri, gazeteciler ve kadın hakları aktivistleri de dâhil 400’den fazla insanı suç faaliyeti kanıtı olmaksızın gözaltına aldı. Bazı AKP muhalifleri yıllarca mahkeme kararı olmaksızın içeride tutuldular.
Ve alıp yürümüş telefon dinlemeleri ortalama Türk insanını bile korkutarak, dâhil olmakla suçlanmaktan kaçınmak için davayı telefonla veya e-maille görüşmekten çekinmeye yöneltti.
Hiç de şaşılmayacak bir şekilde, Türkiye’nin artan antidemokratik, İslamcılık taraftarı politikaları, hem içeride hem dışarıda, Yahudi karşıtlığını ve İsrail’e yönelen temelsiz saldırıları da içeriyordu. Daha iyi günlerde, Türkiye’nin laik elitleri haklı olarak Yahudi devletiyle yakın ilişkilere tepkisel, otokratik rejimlerin hâkim olduğu bir bölgede Türkiye’nin liberalizmine ve özgürlüğüne olumlu bir işaret olarak değer veriyordu.
Şimdi tepkisel değişikliklerin Türkiye’yi silip süpürmesiyle birlikte, İsrail’le ilişkiler de zarar gördü. Erdoğan Yahudi karşıtı görüşlerini saklamaya bile zahmet etmemiştir. –İsrail’e karşı lüzumundan fazla sempati duyduğunun düşünülmesi hayli zor olan- The Economist, Türkleri açıkça AKP’ye karşı oy vermeye çağırdığında, seçimlerde oy toplamak için kampanyası boyunca İsrail karşıtı bir söylem kullanmış olan Erdoğan, İngiliz gazetesine “İsrail tarafından desteklenen uluslar arası medya AKP’nin devamından mutlu olmayacaktır” diye çıkıştı.
Erdoğan’ın İsrail karşıtı söylemi yurt içindeki baskıcı politikalarından ve yurtdışında İslamcı müttefikler arayışından bağımsız düşünülemez. Erdoğan ülkesini demokrasiden İslam etkisindeki bir otokrasiye taşıdıkça, Türkiye’nin Ortadoğu’yla ilişkilerinin yalnızca demokrasiye zarar vereceği, neredeyse aksiyomatiktir.
Çeviren: İkbal Zeynep Dursunoğlu