Meal farklılıkları asla Kur’an’a zarar vermez. Her farklı mana belki tercümenin eksik bir tarafını görmeye vesile olur. İlk nesile Kur’an okumada tanınan kolaylık ve hoşgörü tarihi bir gerçektir. Bu, okuma farklılıklarını ortaya çıkarmıştır. Bunun getirdiği riskin yanında, Kur’an’ın tercümeleri arasındaki farklılıkların oluşturacağı risk anılmaya bile değmez.
Kur'an'i Hayat Dergisi
“Kur’an’ı Anlama Yöntemi” kitabını kaleme almakta olduğu Kur’an tefsirinin mukaddimesi olarak tanımlayan Mustafa İslamoğlu, tefsir kurallarının beşeri olduğuna dikkat çekerek, usul kurallarına ‘ilahi kelam’ muamelesi yapanların usul fetişizmine sebebiyet verdiklerini belirterek bu hastalıklı tavra karşı okuyucuyu uyarmaktadır. Eser; bağlam, vahiy, anlam, dil-lafız-mana-maksat ve yorum başlıkları altında beş bölümden oluşmaktadır.
Bağlam, dış bağlam ve iç bağlam olarak ikiye ayrılır. Dış bağlam; Kur’an’ın insanla ve hayatla, olaylarla olan bağını gösterir. Kur’an pasajlarının inmesine neden olan olayların ortamı nüzul ortamı olarak tanımlanır. Kur’an’ı anlama konusunda nüzul ortamıyla ilgili iki yanlış anlayış bulunmaktadır. Bu anlayışlardan birisi, Kur’an’ı nüzul ortamından koparmak, diğeri ise; Kur’an’ı nüzul ortamına mahkum etmektir. İfrat ve tefrit olan bu iki yanlış tutum da Kur’an’ın hayattan dışlanarak mehcur bırakılmasına sebep olmaktadır. Eserde Kur’an’ı doğru anlayabilmek için nüzul ortamının bilinmesi gerektiği vurgulanırken, siyasal ve mezhepsel nedenlerden ötürü bu konuda doğru bilgiye ulaşmadaki zorluklardan bahsedilir. Nüzul ortamıyla ilgili zan ve vehme dayalı bilgiler konusunda Kur’an gibi sağlam bir kaynağa başvurulması gerektiği belirtilir.
Sözlü bir hitap olarak indirilen Kur’an’ın yazıya geçirilmesinde bağlamın kısmen dışarıda kalması sorunu, tefsir ilmi, usuldeki ‘delalet bahsi’, bedi, beyan, meani gibi belagat ilimleri ve nüzul sebepleri ilimleri ile aşılmaya çalışılır. Kur’an’ın anlaşılmasındaki en önemli sorun vahyi nesneleştirmektir. Bu nedenle vahiy ile ilişkimiz özne-hitap boyutunda olması gerekir. Vahiy yönlendirilen değil, yönlendiren, insanı inşa eden tarafıyla ele alınmalıdır.
Nüzul sebepleri bahsinde ise bakış açısı ve yapısal olmak üzere iki sorunsaldan bahsedilir. Her ayette nüzul sebebi aranamayacağı fakat her surenin nüzul sebebi olduğuna değinilir. Hatta bazı surelerin içinde farklı olaylara binaen birden fazla nüzul sebebi bulunabilmektedir. Dış bağlam Kur’an’ın hayatla olan bağını göstermektedir. İç bağlam ise vahyi oluşturan söz kümelerinin yani lafızların mana ve maksat ile olan bağını gösterir. Dış bağlam, vahyin sebebini; iç bağlam ise vahyin anlamını ve maksadını gösterir.
Tertip konusu sure tertibi ve ayet tertibi olarak incelenir. Sure tertibi, surelerin Kur’an içindeki sıralamasıdır. Sure tertibi de kendi içinde nüzul tertibi ve Mushaf tertibi olarak ikiye ayrılır. Kur’an’ın hangi tertibe göre okunması gerektiği sorusuna şu şekilde cevap verilir: “Hayatını ‘Mekke ve Medine dönemi’ diye tasnif eden müminlere, Mekke dönemlerinde nüzul, Medine dönemlerinde Mushaf sırlaması tavsiye edilmelidir.” Kur’an 23 yıllık iniş sürecinde Mekke dönemi ve Medine dönemi olmak üzere iki dönem olarak ele alınır. ’13 yıl süren Mekke dönemi muhalefet dönemidir ve bu dönemde inen vahiyler ‘’davet Kur’an’ı’’ olarak nitelendirilebilir. Medine dönemi ise Müslümanların iktidar dönemidir ve bu dönemde inen vahiyler ‘’devlet Kur’an’ı’’ olarak anlaşılmalıdır.’
Eserin ikinci bölümü vahiy başlığı altında vahiy nedir sorusunu cevaplamaktadır. Bu bölümde insanın akıl ve iradesini doğru yönlendirme noktasında vahyin önemi maddeler halinde sıralanır:
1. Vahiy, insana sınırlar çizer ve yaratılış gayesini öğretir.
2. Vahiy, insana imkanlarını ve zaaflarını gösterir.
3. Vahiy, insana Allah’ı tanıtır.
4. Vahiy insana insanın deneye dayalı bilgi ile asla bilemeyeceği gaybı ve öteki dünyayı tanıtır.
Kur’an’ı anlama konusunda İslami ilimler ile ilgilenenlerin ilmi otoritelerinin Kur’an’ın otoritesinin yerine geçtiğini vurgulayan İslamoğlu, bu konuda din ile zannın birbirine karıştırıldığını belirtmektedir. Bu anlamdaki tehlikeye karşı ilahi vahiy ile şeytani vahiy arasındaki farkın ayırt edilmesi gerektiği ve gerçek peygamberin özelliklerinin neler olabileceği okuyucuya sunulmaktadır.
Bir peygamberin peygamber olduğu iki delil üzerinden ispat edilebilir:
1. İnsanlığın peygamberlik hakkındaki ortak tecrübesi
2. O peygamberin ilk gününden son gününe kadar koruduğu ilkelere bağlı ve tutarlı yaşantısı.
Bir vahyin gerçek olduğunun delilleri ise;
1. Vahyin insanlığın değişmez değerleri ve kainat ayetleriyle uyumu
2. Vahyin onu dinleyen/okuyan üzerindeki ikna edici etkisi ve dönüştürücü gücü.
Kur’an nedir? Ne değildir sorusunun cevapları ise şu maddeler ile özetlenir:
Kur’an nedir?
1. Allah’ın vahyidir.
2. Onu kayıtlı olduğu yerden Nebi’ye getiren Cebrail’dir.
3. Allah’ın peygamber olarak seçtiği Hz. Muhammed’ e inmiştir.
4. Dili ilk muhatapların dili olan Arapçadır.
5. Önceki vahiyleri doğrulayan ve onların özünü içinde taşıyandır.
6. Önceki vahiylerin kendine sunulduğu mihenk taşıdır (müheymin).
7. Akledenlere yol gösteren hidayet rehberidir.
Kur’an ne değildir?
1. Kur’an dağların kendisiyle yürütüldüğü iş makinesi değildir. (Ra’d 31)
2. Kur’an, yerleri delen delici ve kırıcı alet değildir. (Ra’d 31)
3. Kur’an, kalbi duranları hayata döndüren tıbbi cihaz değildir. (Ra’d 31)
4. Alaaddin’in sihirli lambası ya da tatlı cadının uçan süpürgesi değildir.
5. Kur’an divanlar ve mesneviler gibi şair sözü değildir. (Hakka 41)
6. Kur’an, kahin ve medyum sözü değildir. (Hakka 42)
7. Kur’an, muhatabını büyüleyen şeytan sözü değildir. (Tekasür 25)
8. Anlamadan telaffuz edip onunla diriyi ve ölüyü hoşnut etme aracı değildir. (Tarık 14)
Sözün özü: Kur’an hidayet rehberi olduğunu açıkça söylemiştir.
İlahi bir inşa projesi olan vahiy Hz. Peygamberi ve ilk muhataplarını dörtlü inşa sürecinden geçirerek inşa etmiştir:
1. Vahiy, kelime ve kavramlarıyla muhataplarının tasavvurunu inşa etmeyi amaçlar.
2. Vahiy, önerme ve hükümleriyle muhataplarının aklını inşa etmeyi amaçlar.
3. Vahiy, örnek olarak anlattığı şahsiyetlerle muhataplarının şahsiyetini inşa etmeyi amaçlar.
4. Vahiy, ancak bütünsel bir okuma ve derin tefekkür sayesinde ulaşacağımız maksat ve ruhuyla, hayatı inşa etmeyi amaçlar.
Mucizelerin akıl dışı sihirsel olaylarda aranmaması gerektiğine değinen İslamoğlu, Kur’an’ın asıl mucizesinin indiği günden beri milyarlarca insanı ahlaki ve erdemli yönde değiştirmesi konusunda aranması gerektiğini belirtmektedir. Kur’an’ın ilk muhataplarından mucize ile iman eden tek bir kişi bile olmamıştır. İlk iman edenler Kur’an’ın etkisinde kalarak iman etmişlerdir. Aynı durum Kur’an’ın son muhataplarında da görülmektedir. Kur’an’da her şey var mı? Alt başlığında sorulan soruya ise Kur’an’da hayata dair problemlerin çözüm formülleri vardır şeklinde cevap verilmektedir.
Sözlü kültürün hakim olduğu bir coğrafyada yaşayan peygamberimiz Alak suresinin 4. Ve 5., Kalem suresinin 1. Ayetleriyle vahyi yazıya geçirmesi gerektiğinin mesajlarını almıştır. Kur’an ilk indiği süreçte hem yazıya geçirilerek hem namazlarda okunarak hem de peygamberimizin yakın çevresindekiler tarafından ezberlenerek hafızayla korunması sağlanmıştır. Peygamberimizin vefatı sırasında bazı sahabelerin ellerinde bulunan yazılı vahiyler Hz. Osman döneminde tek tipleştirme kararı alınarak mushaf haline getirilmiştir. Bugün İslam dünyasında kullanılan mushaf, Hz. Osman döneminde bir heyet tarafından hazırlanan mushaftır.
Anlam başlığı kitabın üçüncü bölümünü oluşturur. Bu bölümde Kur’an bir hayat kitabı olarak tanımlanarak, Kur’an’ın hayata geçirilebilmesinin ilk şartının Kur’an’ı anlayarak okumak olduğu belirtilir. Kur’an’ı aklederek ve anlayarak okuyamayanlar Allah’ın mesajlarını hayatlarına aktaramazlar. Fakat bu konuda Al-i İmran suresinin 7. Ayetiyle Kur’an üzerinde anlama tekeli oluşturanlara karşı da uyarıda bulunulur. Kur’an’da yoğun sembolik bir dilin kullanımı Kur’an’ın kesin matematiksel bir dil ile anlaşılmasına engel teşkil etmektedir. Bu anlamda Kur’an, bir ‘’talimname’’ olarak değil ‘’kendisinden anlam üretilecek’’ bir kaynak olarak okunmalıdır.
Eserin dördüncü bölümü dil-lafız-mana-maksat başlıkları altında irdelenir. Dil konusunda Müslüman kültürde iki dil ekolünün ortaya çıktığı belirtilir:
1. Basra dil okulu (Basriyyun)
2. Kufe dil okulu (Kufiyyun)
İki dil okulu arasındaki farklılıklar fakihlerin içtihatlarına yansıdığı gibi, ayetlerin anlaşılmasına da yansımıştır. Bu farkın en belirgin örnekliği Ebu Hanefi’nin ve Şafi’nin içtihatları üzerinde görülmektedir. Arap dilinin beşeriliğini ve ilahiliğini savunanlar yine bu iki ekol üzerinden farklı görüşler arz etmektedirler. Bu konuda İslamoğlu konuyu şu şekilde özetlemektedir:
‘’Bu konuda sözün özü şudur: Kur’an asli diliyle okunduğunda Kur’an’dır. Asli dili dışında okunduğunda, o artık ‘’Kur’an’’ diye değil, ‘’Kur’an’ın tercümesi’’ diye anılır. Bir şeyin tercümesi, asla aslının yerine geçmez. Zira aslında anlam garantisi olduğu halde, çeviride anlam garanti kapsamının dışındadır.’’
Dil konusunda bu bölümde nahiv-belagat birliğinin bozulmasıyla lafızlara manalardan daha çok önem verilmesi ile sadece gramer kurallarının ön plana çıkarılması meselesinin Kur’an’ın anlamlarından uzaklaşılmasına yol açtığı ve bu durumun Kur’an’ın hakikatlerinin hayata taşınmasını engellediği vurgulanarak, Osmanlı medreselerinde de bu kopuşun vahim sonuçlarına rastlandığı açıklanmaktadır.
Lafız bölümünde ise, lafızcılığın mezhebe dönüşmüş hali olan zahiriliğin ve bunun tam tersi olan lafızların içini boşaltan batıniliğin açmazlarına dikkat çekilmektedir. Zahiriliğin fıkhi boyutunu temsil eden isimlere Malik-Şafi-İbn Hanbel örnek verilmektedir. Hariciler zahiriliğin siyasi ve sosyal biçimini temsil ederken, ibn Teymiyye dilde mecazı reddeden selefileri temsil etmektedir. Zahiriliğin akılcı biçimine ise Hint Kuraniyyun akımı örnek verilmektedir.
Batıniler, lafızlara istedikleri manaları yükleyerek kendi kafalarında olanları Kur’an’a zorla söyletmeye çalışanlar yani kitaba uymak yerine kitabına uyduranlar olarak nitelenmektedirler. Zahiriliğin tarihte hiçbir zaman İslam bünyesinden ayrılmadığına dikkat çeken İslamoğlu, batiniliğin İslam bünyesinden koparak ayrı bir din haline gelmesinin tehlikelerine dikkat çekmektedir.
İslami ilimlerde anlama ve yorumlama konusunun bel kemiğini ‘delalet bahsi’ teşkil etmektedir. Delalet yönteminin sorunları ise şu şekilde iki madde ile özetlenir:
1. Bu yöntem anlaşılması ve anlatılması zor bir yöntemdir. Düşünebiliyor musunuz: metin anlaşılsın diye bir yöntem geliştireceksiniz, yönteminiz metinden daha zor anlaşılır olacak.
2. İslam kültürünün ürettiği ‘’delalet yönteminin’’ yapısal zaafı üç ayaklı ‘epistemolojiye’ dayanıyor olmasıdır: Gayb-şehadet-zan. Gayb ve şehadet, İslam bilgi sisteminin gerçek ayaklarıdır. Bu iki ayak Kur’an’i ve ilahidir (Haşr 22). Üzerine ‘’nass’’ yazılan çuvala doldurulan rivayet kültürünün ürünlerinden oluşan zan ayağı ise protez ayaktır. Bu takma ayak tarihsel ve beşeri, dolayısıyla zannidir. Delalet yöntemi maalesef bu esaslı farkı yok sayan bir zihniyet üzerine temellenmiştir.
Eserde büyük kopuş olarak adlandırılan süreçte lafız-mana-maksat üçlüsünden ilk koparılan kısmın maksat olduğu ve ardından mananın da koparılmasıyla vahyin nesneleştirilmesi açıklanmaktadır. Bu bölümde maksatçı yaklaşımda tekil lafızların ve hükümlerin değil, lafızların ve hükümlerin hedeflediği maksatların gözetilmesi gerektiği vurgulanır. Bu bakış açısıyla Kur’an’ın mesajlarını tarihselciler gibi indiği döneme mahkum etmenin önüne geçilerek ilahi mesajların değişen zaman ve şartlarda evrenselliğinin korunması gerektiği vurgulanır. Maksatçı yöntemde de keyfiliğin önüne geçilebilmesi için şu uyarılarda bulunulur;
1. Maksat hakemdir; fakat bu hakemin doğru hüküm vermesi için, lafız ve mana gibi iki adil şahide ihtiyacı vardır.
2. Ayetlerin maksadı, lafız ve manadan bağımsız ve kopuk olamayacağı gibi, aykırı da olamaz. Eğer olursa, bu takdirde kendi heva ve hevesimizi Kur’an’a söyletme tehlikesi doğar.
Yorum kısmında Kur’an’ı anlama noktasında yorum faaliyetlerinin kaçınılmaz olduğuna dikkat çekilerek, yorum faaliyetlerinin sağlıklı bir zeminde oluşabilmesinin temel kriterlerinden bahsedilir. Kur’an’ı anlama çalışmalarındaki yorum faaliyetlerinin isimlendirilmesinde tevil; anlamın aslına ermek ve erilen anlamdan sonuç çıkarmayı ifade ederken tefsir; açıklama anlamına gelerek, Kur’an’ın en güzel tefsirinin yine Kur’an tarafından yapılacağı belirtilir. Bu konuda farklı tefsir çeşitlerinin varlığına dikkat çekilerek şu önemli uyarıda bulunulur:
‘Tefsir türlerinden birine takılmak, insanı Kur’an’ın anlamıyla buluşmaktan alıkoyabilir. Zira her tefsir türü, mensup olduğu okulu idealleştirme anlamında bir ideoloji içerir. Mesela rivayet tefsiri, okurunu rivayetin otoritesine boyun eğdirmek için alttan alta bir telkin yapar. Kelami bir tefsir, okuruna kelam ilminin tüm ilimlere üstün olduğunu telkin edebilir. Tasavvufi bir tefsir, okurunu batıni yorum bataklığına çekebilir…Belli bir mezhebe, meşrebe, disipline ve türe ait olan tefsirler bu ihtimaller dikkate alınarak okunursa, verimlilik daha da artacaktır.’
Rasul’ün ve müminlerin okuma ve anlama çabası kıraat ve tertil iken, tüm muhatapların anlama çabası tezekkür, tedebbür, taakkul, tefakkuh, tefekkür diye isimlendirilir.
Tezekkür; zihnin sebepler ve illetler üzerine yoğunlaşması, geçmişe yönelik derin düşüncedir.
Tedebbür; geleceğe yönelik derin düşüncedir.
Taakkul; zihnin sebepler ve sonuçlar arasında derinliğine bağ kuran düşünce faaliyetidir.
Tefakkuh; zihnin yoğunlaştığı şeyden damıttığı sonucu şimdi ve buradasına taşıyarak fıkıh üretmektir.
Tefekkür; bütün bu dörtlü süreci içine alan düşünme faaliyetidir.
Eserde klasik tefsir yönteminin en önemli sorunlarından birisinin nesh teorisi olduğu bildirilir. Nesh teorisinde hükmü iptal eden ayete ‘’nasih’’, hükmü iptal edilen ayete ‘’mensuh’’ denir. Nesh teorisine göre ayetler arasında görülen çelişkiler Kur’an’daki çelişkiden değil, ayetlerin hükümlerinin değişen şartlarla alakalı olmasından kaynaklanmaktadır. Nesh teorisini savunanlar Kur’an bilgi sistemine zanna dayalı rivayetleri eklemlemek için başvurmaktadırlar. Hatta bu iş Kur’an ayetlerinin hadislerle nesh edilmesine kadar vahim sonuçlar doğurmaktadır. Tarihselci bakışı tekfir edebilen klasik yorumcular ayetlerin hükümlerini nesh teorisi ile geçersiz sayarak tekfir ettikleri tarihselcilerle aynı çizgide buluşmaktadırlar.
Tefsir ilmindeki bir başka önemli sorunun israiliyyat ve mesihiyyat sorunu olduğu açıklanır. İndirilmiş dinin kaynağının vahiy olduğunu belirten İslamoğlu’na göre uydurulmuş dinin kaynakları israiliyyat ve mesihiyyattır. İsrailiyyat ve mesihiyyat, Yahudi ve Hıristiyan kültürünün dini bir kılıfa bürünmesi olarak tanımlanır. İsrailiyyat Yahudiler’in Mısır’ın pagan kültüründen, Babil büyü dininden, Mecusilerin düalist inançlarından ve Yunan paganizminden etkilenmeleri sonucu oluşmuştur. Mesihiyyat ise, Hz. İsa’nın mesajını alt üst eden Pavlus’un Helen batıniliğini, Mısır, Harran, Hint ve Pers batıniliğini harmanlamasıyla ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın indiği coğrafyada yaygın olan bu kültürler Müslümanlığı kabul eden ehl-i kitap eliyle İslam kültürüne de taşınmıştır. Bu isimlerin başında ibn Mesud’un ‘’ o hala Yahudiliği bırakmadı’’ dediği Kabu’l Ahbar ve Vehb b. Münebbih gibi isimler gelmektedir. İsrailiyyat ve mesihiyyat tehlikesinin farkında olan alimlerin bu kültürden aktarılan malzemeyi vahyin eleğinden geçirerek ayırmaya çalıştıkları vurgulansa da, klasik tefsir eserlerinin bu malzemeyle dolup taştığı bilinmektedir.
Üç yorum tarzı ve üç ve bilgi sistemi bölümünde Cabiri’nin Müslüman kültürünün oluşumuna etki eden sistemlerinin tasnifi açıklanmaktadır. Bunlar aracı akıl olan burhan bilgi sistemi, aracı nas olan beyan bilgi sistemi ve aracı keşif olan irfan bilgi sistemleridir. Bu üç bilgi sistemi aynı zamanda Kur’an’ı yorumlamada kullanılan üç ayrı yorum şeklidir. Kur’an’ın bu üç bilgi sistemine de mesafeli durduğu hatırlatılarak bu bilgi sistemlerinin sorunları açıklanır. Burhan bilgi sisteminin sorunlu alanının gayb alanı olduğu bildirilerek imanın konusu olan gayb alanındaki her tür yorumun ‘gaybı taşlamak’ olacağı ifade edilir. Beyan bilgi sisteminin sorunu ise dilin otoritesine başvurmaktır. Lafız-mana-maksat üçlüsünde beyan sistemi lafız ve mana ile ilgilenir. Beyani bilgi sisteminde bedevi zihniyetin yansıması olan Arapça dilinin kurallarının otoritesi Kur’an’ın anlamlarının önüne geçirilmiştir. İrfani bilgi sisteminin en önemli sorunu ise lafızlara keyfi manalar verilmesidir. Batıni yorum olarak nitelenen bu manalar ile beşer sözü ile Allah’ın sözleri arasındaki ayrım ortadan kaldırılmaktadır. Kur’an’ı yorumlamada harflere sayısal değerler yüklenerek yapılan ebced/cirif yöntemini en çok kullananların İslamiyet’e sır dini muamelesi yapan batınilerin olduğu belirtilmiştir. Hurafe olarak nitelenen bu yöntem ile Kur’an’a şifreli bir kitap gözüyle bakanlar hayat kitabı olan Kur’an’ın anlamlarını tahrif etmektedirler.
Eserin can alıcı bölümlerinden birisi ‘’Doğru Yorumun İlkeleri’’ alt başlığıdır. Bu bölümde Allah Rasul’üne haram ve helal koyma yetkisinin verilmesi ve Kur’an’ın üzerinde sünnet adı altında rivayetlerin otoritesinin nasıl ortaya çıktığı anlatılmaktadır. Allah Rasul’ünün Kur’an’ı insanlara iletme görevi ‘’tebliğ’’, vahyin mesajlarını tarif etme ve uygulamalı gösterme görevi ise ‘’tebyin’’ olarak tanımlanmaktadır. Kur’an’da geçen ‘’Allah ve elçisi’’ kalıbını, peygamberimizin bu iki görevi kapsamında anlayamayanlar, peygambere şeriata uyucu değil şeriat koyucu muamelesi yapmaktadırlar. Bu durumun aynı zamanda Kur’an’ın yetersizliği fikrine dayandığı da belirtilerek Kur’an’ın yetersizliğini gidermek için peygamber sünneti adı altında zanna dayalı yeni bir din kaynağı istihdam edilmiştir. Sünnet konusunda hadis ve sünnet arasındaki fark ortadan kaldırılarak beşeri malzeme olan rivayet kültürüne ilahi kaynak muamelesi yapılmıştır. Hadis ideolojisinin mensuplarının dayandığı bu metoda göre “Sünnetin Kur’an’a ihtiyacından çok Kur’an’ın sünnete ihtiyacı vardır.’’ Hadislerin vahyin makamına oturtulması sonucunda Kur’an hayat kitabı olmaktan çıkarılarak, ‘’Kitab-ı Mukaddese’’ dönüştürülmüştür. Kur’an’ın Müslümanlar eliyle mehcur bırakılma serüveni bu şekilde gerçekleşmiştir. Eserde hadislere yaklaşımda ‘’hepsini atmak’’ ve ‘’hepsini almak’’ şeklinde iki uç tavırdan sakınılması gerektiği belirtilerek bu konuda şu ifadelere yer verilmektedir:
‘Nasıl Tevrat ve İncil’in arz edileceği mihenk taşı (müheymin) Kur’an ise hadislerin de arz edileceği mihenk taşı Kur’an’dır. İşte o zaman Hakem olan Allah’ın hakemliğine başvurulmuş olur.’
Kur’an’ın otoritesine gölge düşüren başka bir mevzu ise yorumların mutlaklaştırılmasıdır. Kur’an üzerinde yapılan hiçbir çalışmanın son nokta olamayacağı ve yorum mutlaklaştırmanın en az yanlış yorum kadar tahrife neden olacağı belirtilir. Bu konuda Kur’an tefsiri çalışmalarında yapılması gereken şeyin okuyucuya metin ile yorum arasındaki farkın mutlaka hatırlatılması gerektiği vurgulanmaktadır.
Kur’an’ın peyderpey indirilmesinin amacı, hayat, insan ve Kur’an arasındaki sebep-sonuç ilişkisine dayanmaktadır. Sebep-sonuç ilişkisi, ‘’olgu-nas’’ ilişkisi şeklinde de izah edilebilir. Eserde nassın olguyu değiştirmesi meselesi iki başlık altında ele alınır:
1. Vahyin iniş süreci içerisinde aşama aşama gerçekleşen değişim: Namaz, oruç emirleri, içki, faiz yasakları bu sürece örnek verilir.
2. Vahyin iniş sürecini aşan ve uzun bir zaman dilimine yayılan değişim: Kölelik ve cariyelik, çok eşlilik, kadın hakları gibi meselelerde Kur’an teşri yönü yani istikameti göstermiştir fakat Müslümanlar bu konularda Kur’an’ın gösterdiği hedefe ulaşmak konusunda başarılı olamamışlardır.
Bütün tefsir çalışmalarının beşeri çabalarla elde edildiğini ifade eden İslamoğlu’na göre tefsirlerin eleştiriye açık olması gerektiğini belirterek eleştiri ahlakı konusunda da dikkat edilmesi gerektiğini, hakaret, tekfir, ötekileştirme gibi yaklaşımlardan sakınılması gerektiğini hatırlatmaktadır.
Tarihselci yaklaşımın eleştirisi bölümünde ise Kur’an’ın nüzul ortamını onaylamak için değil, değiştirmek için indiği söylenerek tarihselci tutumun Kur’an’ın maksatlarındaki evrenselliği yok saydığı belirtilmektedir.
Son bölümde ise Kur’an’ı anlamanın her mü’mine farz olduğu hatırlatılarak, bir meal çalışmasının nasıl olması gerektiği konusunda bilgilendirmelerde bulunulmaktadır. Bu konudaki alt başlıklara şu şeklide yer verilmektedir:
1. Ya bir usulü olmalı ya da bir usule tabi olmalıdır.
2. Meal çevirisinde metne sadakat esas olmalıdır.
3. Meal açıklamalı ve dipnotlu olmalıdır.
4. Meal, İslam ilim mirasını yok saymamalıdır.
5. Mealde iki dil arasında eş değerlilik gözetilmelidir.
6. Kaynak dildeki ses, hedef dile taşınmalıdır.
Özellikle günümüz Müslümanlarının büyük bir sorun haline getirdiği meal farklılıkları konusunda da önemli uyarılarda bulunularak eser sonlandırılmaktadır:
‘Meallerin farklılığı bir problem gibi sunulmaktadır. Meallerin farklılığından kaynaklanan problem, Kur’an’ın anlamına sırt dönülmesi probleminin yanında anılmaya bile değmez. Müslümanların tefrikaya düşmesine mealler sebep olmamıştır. Eğer öyle olsaydı, mealler ortada yokken Müslümanlar ittifak eder, vahdet halinde olurdu. Müslümanların tefrikaya düşmesine, Kur’an’ın anlamından ve hedefinden kopmalar neden olmuştur. Meallerin farklılığı olsa olsa bazı müteşabih meselelerde görüş çeşitliliğine yol açar. Zaten o görüş farklılıkları da yeni bir şey değildir.
Meal farklılıkları asla Kur’an’a zarar vermez. Her farklı mana belki tercümenin eksik bir tarafını görmeye vesile olur. İlk nesile Kur’an okumada tanınan kolaylık ve hoşgörü tarihi bir gerçektir. Bu, okuma farklılıklarını ortaya çıkarmıştır. Bunun getirdiği riskin yanında, Kur’an’ın tercümeleri arasındaki farklılıkların oluşturacağı risk anılmaya bile değmez.
Yorumlar