İnsan ne kadar hak ve hakikati bilir ve yanında olursa, o kadar adaleti de gözetmiş olur. Adaleti, hayatı oluşturan bütün alanlarda gözetmekle, aynı zamanda hakikatin hatırını da yere düşürmemiş oluruz.
Kur'an'i Hayat Dergisi
Müslüman olmanın hakikatini, hakikate teslim olmak ve hakikati teslim etmek oluşturur. Bu nitelikten dolayıdır ki, Müslüman demek “hakikat ehli” olmak demektir. Hakikat ehlinin bariz vasfı, yaşadığı hayatın bütününü hakikat çerçevesinde görmek, algılamak ve yaşamaktır. Bütün insanlar için geçerli olmak üzere, yaşanan hayatın, içerik bakımından iki boyutlu olduğunu söyleyebiliriz. Bu boyutlardan ilki ve belki de en önemlisi, kişiliği oluşturan niteliklerle sınırları çizilmiş bireysel boyuttur. Yaşanan hayatın söz konusu boyutlarından ikincisini ise, bireylerin karşılıklı etkileşimlerinden oluşan toplumsal boyut oluşturur.
İnsan hayatının özeli olan bireysel boyutta, öze ve içe dönük bir faaliyet vardır. İnsanın öze ve içe dönük faaliyetinde, insanın kendisini karşısına alarak kendisiyle konuşması söz konusudur. Bu konuşmaya, insanın kendisiyle hesaplaşması da diyebiliriz. İnsanın kendisi denince, sahip olduğu öznel ve nesnel bütün imkânların oluşturduğu yelpazeyi dikkate almak gerekir. İnsan kendisiyle hesaplaşırken, aslında tefekkür etmek suretiyle derin ve çok boyutlu bir emek sarf etmektedir. Kur’an, bu emek sarfiyatına o kadar çok önem vermektedir ki, değişik durumlar için değişik nitelendirmelerde bulunmaktadır. Tedebbür, tezekkür, taakkul, teemmül ve tefekkür bu değişik durumlar için kullanılan, kapsam alanı aynı olan değişik kelime ve kavramlardır. Bütün bunlarla insan kendisini hep hakikate hazırlamaktadır. Müslüman şahsiyet dediğimiz karakterli yapı böylece meydana gelmektedir.
İnsan hayatının toplumsal boyutu, gerçek anlamda sınav(lar)ın yapıldığı bir alana benzemektedir. Bu alanda insan, her an tahmin etmediği envai çeşit sorularla karşılaşır. İnsanın dikkat etmesi gereken en önemli husus, her konuda hak ve hakikati gözetmesi ve hak ve hakikatten uzaklaşmamasıdır. Her konuda hak ve hakikatin değişmeyen bir yapısının olduğunu dikkate almak gerekir. İnsan ne kadar hak ve hakikati bilir ve yanında olursa, o kadar adaleti de gözetmiş olur. Adaleti, hayatı oluşturan bütün alanlarda gözetmekle, aynı zamanda hakikatin hatırını da yere düşürmemiş oluruz. Bütün bu izahlarla ulaştığımız, elde ettiğimiz sonuç, adalet ile hakikat arasında sıkı bir ilişkinin var olduğu hususudur.
Allah’ın bir ve tek olması, mutlak hakikat olması ne anlama gelmektedir? Hakikatin doğru bilgi ile olan ilişkisini dikkate aldığımızda, hiçbir varlığın varoluş hakikati, Allah’ın varoluş hakikati kadar açık, net ve somut değildir. Yani görünür görünmez her bir varlığın hakikati ile ilgili yanılma payı ihtimal dâhilinde iken, Allah’ın varoluş hakikatiyle ilgili herhangi bir yanılma payı ihtimal dâhilinde değildir. Onun için Rabbimiz Teâlâ tek ve Mutlak Hakikat’tir. Allah’ın Mutlak hakikat olması, sadece varoluşla sınırlı değildir. O, aynı zamanda bütün isim ve sıfatlarıyla da Mutlak Hakikat’tir.
Tek ve Mutlak Hakikat olan Allah, insanı, varoluş hakikatine uygun bir fıtratla yaratmış, sınırlı dünya yolculuğunda başıboş bırakmamış, her daim yapıp etmelerinin hakikatten kopmadan ve Hakikat’i kıble edinerek yapmasını dilemiştir. Allah, bu hususta oluşabilecek veya oluşmuş sapma ve kopuşlara karşı uyarılarda bulunmak üzere peygamberler göndermiştir. Hiçbir peygamberin mesajı, hiçbir peygamberin mesajından farklı olmamıştır. Bütün peygamberlerin ortak mesajı, Mutlak Hakikat olan Allah’tan başka ilah tanımamak ve dünyadaki yolculukta iletişim, etkileşim ve bilişimde O’nun rızasına uygun bir şekilde yaşamaktır. Bütün bu yaşantıların oluşturduğu medeniyete, İslam Medeniyeti denmiştir. İslam Medeniyetinin en önemli özelliği, vahyin kılavuzluğunu referans almasıdır.
Risalet zincirinin son halkası olan Hz. Peygamberin tevhid mücadelesi, bireysel ve toplumsal manada hak ve hakikatin, -özellikle de Allah’ın ilahlığı konusundaki mutlak hak ve hakikatin- hiçe sayıldığı, ayaklar altına alındığı, Mekke cahiliye ortamında başlamıştır. Bu ortamda Hz. Peygamberin peygamberlik öncesi hayatına baktığımızda, cahiliyenin hükmettiği hayat tarzından uzakta, herkesin güvenilir kabul ettiği bireysel bir hayata sahip olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber, İlahi Vahyin nüzulü ile birlikte, suya sabuna dokunmayan bireysel hayatı terk etmiş, toplumsal yapıda öteden beri var olan cahili değerleri hedef alarak mücadele etmeye başlamıştır. Özellikle de atalardan miras alınmış, toplumsal kast sisteminin ana omurgasını oluşturan şirk sisteminin hakikatle bir ilgisinin olmadığını, açık ve net bir şekilde dile getirmiştir.
Hz. Peygamberin dillendirdiği bu devrimci söylem, çok kısa bir süre içinde, muhafazakâr muhalif karşı söylemi de oluşturmuştur. Muhafazakâr cahiliye toplumunun yürürlükteki sistemini hedef alan İlahi Vahyin etkisini göstermemesi için, statükoyu oluşturan güçler, Hz. Peygamberin şahsında tarih boyunca var olan geleneksel saldırılara başlamıştır. Bu muhafazakâr elit tabaka, daha önce güvenilir dedikleri Hz. Peygambere “deli”, “meczup”, “sihirbaz” ve “şair” gibi sıfatları yakıştırmak suretiyle itibarsızlaştırma yolunu seçmiştir. Saldırganların hedefi İlahi Vahiy olunca, cevap da İlahi Vahiy’den geliyordu. Peygamberin kim olduğu ve sahip olduğu misyonun ne olduğu İlahi Vahiy tarafından dile getiriliyordu. Böylece Hz. Peygamber desteklenmiş ve asıl muhatabın da Allah olduğu dile getirilmiştir.
“De ki: Elbet ben de sizin gibi ölümlü bir insanım: Bana ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, işte o Allah’ı razı eden imanına layık işler yapsın ve Rabbine kulluk ederken hiç kimseyi O’na ortak koşmasın!” (Kehf 18/110)
“De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim, kendime de size de ne yapılacağını asla bilmiyorum, ben sadece bana vahyedileni izlerim ve ben sadece (vahyi) olduğu gibi beyan eden bir uyarıcıyım.” (Ahkaf 46:9) “De ki: Allah dilemedikçe, ben kendim için dahi ne yarar sağlayacak ne de zararı önleyecek bir güce sahibim. Her ümmet için belirlenmiş bir süre vardır, süreleri dolduğunda artık onu ne bir an erteleyebilir, ne de öne alabilirler.” (Yunus 10:49)
“Doğrusu Allah Rasulü sizler için, Allah’a ve ahiret gününe umut besleyen ve Allah’ı sürekli hatırda tutan herkes için güzel bir örnek teşkil eder.” (Ahzab 33:21) “De ki: Siz Allah’ı seviyorsanız beni izleyin ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın! Zira Allah çok bağışlayandır, eşsiz merhametin kaynağıdır.” (Al-i İmran 3:31) “Peygamber, inananlara kendi öz varlıklarından daha öncelikli gelir.” (Ahzab 33:6)
Peygamber örnekliğinin günümüzdeki karşılığını ana hatlarıyla tespit etmeye çalışırken, yukarıda ele aldığım hususu tekrar etmem gerekir. Bu hususu “hakikat ehli” olarak belirtmiştim. Yani Peygamber örnekliğini takip etmek demek, hakikat ehli olmak demektir. Bu tespitimizin içini biraz doldurmaya çalışalım: Öncelikle örnekliği takip edilmek istenen Peygamberi tanımak gerekir. Yukarıya aldığım ayet meallerinde de görüldüğü üzere, Peygamber de bizim gibi ölümlü bir insandır.
Bütün insanların tâbi tutulduğu varoluş süreci Peygamber için de geçerli bir süreçtir. Yani Peygamber bizim cinsimizden olup, bizden birisidir. Öyle ise O’nun sahip olduğu iman ve tevhidi dünya görüşüne bizler de sahip olabiliriz. Hayatını hangi ahlak üzere sürdürmüş ise bizler de aynı ahlakla sürdürebiliriz. O’nu bizden ayıran en önemli vasıf, Allah’ın tek ilah olduğunun kendisine vahyedilmesidir. Bizler de bu çok önemli bilgiyi, yani “Allah’tan başka ilah olmadığı” bilgisini Peygamberden alıyoruz. Bu önemli haber ve bilgi ile hayat sürdürmek ve Allah’a kavuşmak gerçek anlamda felah demek olacaktır.
Bu hayati durumun günümüzdeki karşılığını tespit etmek için, öncelikle tevhidi bilmek gerekir. Sonra da günümüzde tevhidi bozacak durumların, günümüzdeki karşılıklarını tespit etmek gerekir. Mekke şirk ortamındaki kast sistemi ve zulüm çarklarının içerikleriyle günümüzdeki kast sistemi ve zulüm çarklarının içeriklerini karşılaştırmak, bizim için Peygamber örnekliğinin günümüzdeki karşılığını gösterecek bir ölçüt olacaktır. Böylece iman ve tevhid konusundaki hakikati bilmek ve içselleştirmek suretiyle önemli bir yol alınmış olacaktır.
Dikkate alınması gereken önemli konulardan birisi de şudur: Peygamber Efendimiz peygamberlerin ilki değildir. Bu bilgi, basit bir bilgi olarak görülebilir. Ama öyle değildir. Bu bilgi zımnen peygamber yarıştırmanın önünü kapatan bir bilgidir. Bilindiği üzere, peygamber yarıştırma işi, aslında dolaylı olarak peygamber örnekliğini engellediği için, günlük hayatta oluşması istenen karşılığı da engelleyecektir. İnsanlıktan çıkarılan bir peygamberi örnek almak mümkün müdür? Aslında bu kapının açılması demek, bir baraj gölünün patlak vermesi demektir. Günümüzde yaşadığımız kaos ve karmaşanın temel sebeplerinden birisi de budur.
Rabbimiz Teâlâ, Peygamberi bizlere tanıtıyor. Peygamber ne kendisine ne de başkalarına neler yapılacağını bilmez. Peygamber, sadece vahyi izler. En üst perdeden verilen uyarılar, en üst kişilikler üzerinden verilir. Yani kendisine vahiy indirilen peygamber dahi kendisine ve başkalarına neler yapılacağını bilmiyorsa, sizler hayli hayli bilemezsiniz. Bu peygamber örnekliğinin günümüzdeki karşılığı, ilham (vahiy) aldığını söyleyen şarlatanlara kulak asmamak ve hakikatten uzaklaşmamaktır. Şimdi yaşadığımız gerçekliğe bakarak durum değerlendirmesi yaptığımızda, nasıl bir durumda olduğumuzu görüyor muyuz?
Her ümmet için belirlenmiş bir sürenin olduğu ve bu sürenin dolduktan sonra, hiç kimsenin bu süreyi ileri veya geri almasının mümkün olmadığı açıklanmaktadır. Peygamberin tevhid mücadelesinde, dünya ve içindekileri elde etmeye yönelik hiçbir çabanın olmadığını görmekteyiz. Dünya ve içindekilere, yani hayatı sürdürürken var olan bütün imkânlara emanet bilinciyle bakıldığı için, hiçbir dünyevi imkânsızlığa boyun eğilmemiştir. Aynı zamanda elde bulunan dünyevi imkânlardan dolayı da kibirlenerek büyüklük taslama yoluna gidilmemiştir. Her zaman ve her konuda hakkın ve hakikatin takipçisi olunmuştur. İşte bu durum, Peygamber örnekliğini oluşturan en önemli durumlardan birisidir. Bu Peygamberi örnekliğin günümüzdeki karşılığına baktığımız zaman, bireysel ve toplumsal hayat meydanında yellerin estiğini görmekteyiz.
Allah Rasulü ve Müslümanlar! Aslında mümin ve Müslüman denince karşımızda durması gerekenin Efendimiz olması gerekirdi. Yani mümin ve Müslüman, O’nun ahlakıyla yaşayan, O’nun adaletiyle muamele eden, O’nun merhametiyle bakan ve O’nun ortaya koyduğu meşveret usulüyle karar alan vb. bütün hususlarda O’nun örnekliğiyle yol alan kimseler olmalıydı. Çünkü mümin ve Müslümanlar, Allah ve ahiret günü için umut besler, Allah’ı sürekli hatırda tutardı. Zira onun örnekliğini Peygamber oluştururdu. Eğer Allah bizi sevsin istiyorsak, günahlarımızı bağışlasın istiyorsak Peygamber örnekliğini takip etmeliyiz.
Bütün peygamberler hakikat ehlidirler. Bütün mümin ve Müslümanlar da hakikat ehli olmalıdırlar. Mümin ve Müslüman, Peygamber örnekliğinin karşılığını oluştururlar. Öyle ise, günümüz dünyasındaki Peygamber örnekliğinin karşılığını da mümin ve Müslümanlar oluşturmalıdırlar. Oluşturuyorlar mı peki? Oluşturuyorlar dersek, Peygamber örnekliğine hakaret etmiş olmaz mıyız? Rabbim cümlemizi bağışlasın.
Yorumlar