İnsan doğasına ve aklının kabullerine uygun yani insanları ikna etme gücü olan bir düşünce insanlar arasında kabul görebilmek için kutsal bir metnin otoritesiyle kendini onaylatma gereksinimi duymaz.
Kur'an'i Hayat Dergisi
Yapısökümcülüğün en önemli ismi Jacques Derrida'nın "Bir metnin içerdiği anlamlar kadar dile getirmediği anlamlar da önemlidir" biçimindeki yaklaşımı filozofun geçtiğimiz çağdaki metin çözümlemelerine yeni bir ses getirdiği düşünülse bile bu anlayış tarihin en eski dönemlerinden beri pek çok kişi tarafından uygulanagelmiş bir yöntemdir. İnsanlar oluşması üzerinden oldukça zaman geçmiş olan ve özellikle edebi nitelik taşıyan ya da kutsal kabul edilen metinlerin her parçasının ayrı bir anlam taşıdığını varsayarak yaptıkları çözümlemeler ve yorumlarla metnin ifade etmediği pek çok anlamı üretmişlerdir. Üretilen bu anlamlar edebi nitelik taşıyan metnin ününü arttırıp, kutsal metnin anlam potansiyelini genişletse de gerçekte çoğu zaman metinin içerdiği öz anlamın ıskalanmasına neden olmuştur. Hatta şöyle de diyebiliriz: Bir metinden ne kadar çok farklı anlam çıkartılabiliyorsa o metnin kavranabilirllik ve içselleştirilebililirlik düzeyi o kadar düşüktür. Çünkü metni oluşturan dilin temel görevi dili kullananlar arasında iletişim sağlamak ve ortak anlamlar yaratmaktır. Dolayısıyla bir cümleden, pasajdan ya da metinden ne kadar çok kişi aynı şeyi anlıyorsa iletişim değeri o kadar yüksektir. İletişim değeri yüksek olan söz ise dilsel bağlamda kalitedir.
Çokanlamlılık vakıasının edebi metinlerde bulunduğu varsayılsa bile gerçekte bir karşılığının bulunmadığı pek çok metin çözümleme uzmanınca kabul edilmektedir. Zira edebi olsa bile bir sözcük bir cümlede, bir cümle ise bir şiir ya da düz yazı metninde en çok tek anlam taşıdığında etkin bir ileti içeriyor demektir. Birden fazla anlam taşıması, sözcüğü ya da cümleyi telakki eden herkesin kendine göre başka bir anlam çıkarması bir dilsel bir kurgu için meziyet değil kusurdur. Diğer yandan bakıldığında, hangi amaçla olursa olsun bir cümle Kur’an ya da metin oluşturan her akıl mutlaka kendisi dışındakilere bir mesaj verme amacı taşır. Bu yüzden kurduğu cümlelerden biri ya da cümle içerisinde bir sözcük çok anlamlı olduğunda verilmek istenen mesaj netliğini yitirecektir. Bu bağlamda çokanlamlılık gerçekte anlam yitiminden, Cündioğlu'nun ifadesiyle "anlamın buharlaşmasından" başka bir şey değildir.
Çokanlamlılığın anlamsal bir zaaf olduğunu dile getirdikten sonra bir metinden birden fazla anlamın çıkarılmasının da metni okuyan kişilerin okuma amacına göre değiştiğini belirtmek gerekir. Aslında çokanlamlılık okuyucuların güdümlü okumaları sonucu ürettikleri bir gerçekliktir. Üzerinden zaman geçmiş bir metinden çıkartılan her farklı anlam okuyucuların metni okuma amacına bağlı olarak ortaya çıkar. Kısacası bir dil kullanıcısının kurduğu beliğ de olsa bir cümleden ya da bir cümle içerisinde kullandığı bir sözcükten sayfaları dolduracak yorumlar üretmek, kullanıcının kastetmediği anlamları üretmek tabiri caizse Dede Korkutluğa özenip destan düzmek, toy toylayıp soy soylamaktır.
Çokanlamlılık trajedisinin en fazla yaraladığı dil malzemeleri şüphesiz kutsal metinlerdir. Zira kutsal metinlerin üzerinden uzun zaman geçtiğinden, literal anlamda anlaşılmalarında sorun olmasa da işaret ettiği derin anlamları saptamak okuyucular açısından büyük sıkıntı oluşturmuştur. Ya da konuşan Tanrı ya da elçisi olduğu için her sözcüğü özel bir anlamda kullandığı düşüncesi kutsal metinde herhangi bir insana yapılan sıradan bir seslenişi bile çok derin anlamlı bir manzumeye dönüştürmüştür. Sonuç olarak döneminde son derece sıradan insanlara seslendiğinde anlaşılan bir hitap ilerleyen dönemlerde içinden çıkılmaz tartışmaları besleyen büyük bir hazine haline gelmiştir. İşte başta kutsal metinler olmak üzere her türlü metni metnin oluşma amacı dışında, okuyucunun kendi kişisel yararına göre yaptığı güdümlü okuma türüne "kopuk okuma" denmesi gerekir. Kopuk okumanın ilk türü "Amacından Kopuk Okuma"dır. Amaçtan kopuk okuma doğal olarak bağlamından kopuk okumayı getirir, bu durum metnin istismar edilmesine kapı açar; tarih boyunca açmıştır da... Kutsal metinleri okuyanlar arasında bölünmelerin yaşanması, inançtan ve amelden kopuk bir yaşam sürmeleri hep bu kopuk okumanın bir sonucudur.
Son dinin kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim de metin haline geldikten sonra tarih boyunca kopuk ve güdümlü okuyuşların malzemesi yapılmıştır. Öncelikle olaylar ve koşullar gereği 23 yıllık bir süreçte parça parça nazil olduğu gerçeği her seferinde dile getirilmesine karşın tek seferde inmiş ve peygamberin eline tutuşturulmuş ve "Haydi bunu uygula" denmiş gibi algılanmış böylece tarih ve zamandan koparılmıştır. İkincisi Kur’an'dan inen necmlerin / pasajların mutlak suretle birer muhataplarının bulunduğu gerçeği göz ardı edilerek Hz. Peygamber ve çağdaşlarının hayatından koparılmıştır. Arap Yarımadasında çoğunlukla Mekke ve Medine kentlerinde oluşan metin sonraları Irak-Şam bölgesinde yorumlanarak coğrafyasından koparılmıştır. Dahası yorumlayıcıların / müfessirlerin Kur’an ifadelerini açıklamaya çalışırken kullandıkları tümel yani Arapça sözlüklerde yer alan sözcükler katışıksız Arap olmaları varsayılarak bedevi kabillerden derlenerek oluşturulduğundan medeni ortamda oluşan bir söylem çöl sözcükleriyle açıklanmaya çalışılmış dolayısıyla Kur’an indirildiği dilden koparılmıştır. Öte yandan dilcisi dilsel kuralını, fıkıhçısı fıkıh yasasını, kelamcısı kelam doktrinini kanıtlamak için Kur’an'ı okumuş kanıt için aradığı ifadelere "ayet" demiş, dolayısıyla Kur’an'daki sözcükleri sözcüklerinden cümleleri cümlelerinden koparmıştır. Zira Kur’an'ın en eski nüshalarında ayet ayet bir ayrım söz konusu değildir. Hatta Kur’an'da geçen ayet sözcükleri Kur’an'ın bir cümlesi anlamına gelmez. Çünkü Kur’an nazil olurken ortada ne kitap vardır ne de mushaf... Kur’an'a ilk çağlardaki yaklaşımlar güdümlü ve kopuk okuma eksenli olduğundan gerek dil bilim tartışmaları gerekse İslami ilimler konusundaki araştırma ve tartışmalar insanların bilmediği kavramlar üzerinden seyretmiş, bu cedelleşmelerden sıkılan halk kıssacılık ve menkıbe geleneği üzerine kurulan sufi bir anlayışla dinden nasiplenme yoluna gitmiştir. Kur’an'ın içinden çıkılmaz tartışmalar malzemesi haline getirildiği sürecin sonunda Endülüslü dil bilimci İbn-i Mada feryat ediyordu "Yeter artık! Arap Dili'ni insanların anlamadığı ve anlamayacağı kavramlara boğdunuz" diye. Belki de bu tartışma literatürünü bilen Rus dilbilimci Volaşinov dünyadaki bütün dilbilimi çalışmalarının kutsal metinleri anlama kaygısıyla başladığını tespit ettikten sonra kutsal metinlerin dilinin insan diline yabancı olduğunu söyleyecek bu yüzden üretilen dilbilimi terimlerinin anlaşılmaz olduğunu ileri sürecekti.
Kopuk okumalara geri dönecek olursak, ben şahsen Kur’an algısından en büyük kopuşun Kur’an'ın nazil oluşuna tanık olan yani doğrudan muhataplar Hz. Peygamber ve sahabe kuşağından sonra gelen kuşaklarca yani dolaylı muhataplarınca da doğrudan muhataplarmış gibi okunması olduğu kanaatindeyim. Bunu daha öz bir şekilde söylersek "Kur’an'ı Hz. Muhammed'e değil de kendine inmiş ve iniyormuş gibi okumak" diyebiliriz. Aslında İslam dünyasında günümüzde yaşanan bütün mezhepsel ve fırkasal bölünmeler Kur’an'ı tarih boyunca kendine inmiş gibi okuyanların eseridir. Kur’an'ı kendine inmiş gibi okununca "Hüküm ancak Allah'ındır" deyip kendin gibi düşünmeyenleri tekfir etmek tarih boyunca büyük bir gelenek oluşturup pek çok canları alabilmiştir. Allah'ı matematik profesörü olarak düşünüp 19'lu bir kitap kombinasyonu yaratmak, Kur’an'dan ayetler okuyup senin gibi düşünmeyen ilahiyat hocasını "şeytanın akademisyeni" ilan etmek hep aynı zihniyetin ürünüdür. Kur’an'ı kendine inmiş gibi okuyanlar, Kur’an'dan işlerine gelen sonucu çıkardıkları ve bunu maalesef okuma kültürü olmayan bir halka kolayca pazarlayabildikleri için aynı tanrıya ve peygambere inanan güya "vasat ümmet" ya da "fırkayı naciye" iddiası taşıyan topluluğu birbiriyle hiçbir konuda anlaşamayan kamplara bölmeyi başarmışlardır. Biraz düşününce bu durumun bugün hala geçerli olduğunu görebiliriz. Biraz ironiyle söylersek Kur’an'ı kendine inmiş gibi okuma "bu kitap bana indi ve ben size tebliğ ediyorum demektir" bu zihniyetin de ümmet içerisinde yeni ümmetler oluşturması kaçınılmazdır. Muhammed İkbal bunu görüp yaşadığı yıllardaki İslam ümmetinin durumunu birbirinin kutsalını beğenmeyen Mekke'li müşriklere benzetmişti.
Tam bu noktada şunu söylemek gerekir: "Kutsal" bir topluluğun ortak saygı gösterdiği sembol, kavram ya da objedir. Tanımından da anlaşılacağı gibi kutsalın görevi insanları bir değer üzerinde uzlaştırmak ve birleştirmektir. Hiçbir kutsal insanları ayrıştırmamalı, birbirine düşman etmemelidir. Eğer bir kutsal bunu yapıyorsa kutsallığını yitirir. Bu bağlamda insanları düşmanlaştıran, bölen, kamplaştıran bütün yorumlar Kur’an-ı Kerim'in kutsiyetine aleni olmasa da zımnen bir taarruzdur. Hem de hiçbir dış mihrakça yapılamayacak kadar büyük bir taarruz.
Konuyu toparlarsak, Kur’an'ın iniş amacından, peygamberinden, tarihinden ve coğrafyasından, indiği dilden kopuk bir biçimde okunması Hz. Peygamber'in vefatıyla başlayan bir gelenek olduğunu söyleyebiliriz. İslam Tarihi'ni anlatan klasik eserler sahabe neslinden kimilerinin Kur’an ifadelerinin bir kısmını zikrederek birbirine delil gösterdiği yönünde pek çok rivayeti aktarmaktadır. Fakat sonraki yüzyıllarda bu gelenek genişlemiş, Kur’an ifadeleri ayet / delil olarak bilimsel ve ideolojik tartışmalarda kullanılmıştır. Üretilen çoğu tez ve yükselen her politik görüş kendini tartışılmazlaştırmak için kutsal metinin otoritesine sığınmış, Kur’an'ın otoritesiyle meşruiyet ve eleştirilmezlik kazanma yönüne gitmiştir. Fakat o dönemde ilimler ve bilimsel disiplinler İslam dünyasında yeni yeni oluşmaya başlıyordu dolayısıyla bir takım yapısal ve epistemolojik gedikler barındırmaları son derece doğaldı. Bu gediklerin kutsal metnin otoritesiyle aşılmaya çalışılması da o yüzyılların koşullarında doğaldı. Doğal olmayan şey ise yaklaşık bin yıl önce İslam dünyasını gereksiz yere meşgul eden tartışmaların bugün de sürdürülmesi, fırkaların Kur’an ifadelerini eskiden nasıl yapılıyorsa aynı şekilde bağlamından kopartarak delil olarak kullanmaya devam etmesidir. Tarih bu şekilde yaşanmışsa de bugün aynı şey olmak zorunda değildir. Kur’an'ı iniş amacından, peygamberinden ve bağlamından kopuk okuyup birbirimizi ayetle dövmek zorunda değiliz. Kur’an için ortalama bir okuma yöntemi bulabiliriz. Fakat öncelikle Kur’an'ın bize değil Hz. Muhammed'e indiğinin bilinciyle...Aksi takdirde dinimizle birlikte her şeyi kopuk bir şekilde yaşamaya devam ederiz. Zamandan ve tarihten de kopuk bir biçimde.
Son Söz: İnsan doğasına ve aklının kabullerine uygun yani insanları ikna etme gücü olan bir düşünce insanlar arasında kabul görebilmek için kutsal bir metnin otoritesiyle kendini onaylatma gereksinimi duymaz. Eğer bir düşünce ayet ve hadislerle desteklenerek sunuluyorsa onun temelsiz olduğundan şüphe etmemiz gerekir, ayet veya hadislerin hüccetiyle kusurlarını örtmeye, tartışılmaz olmaya çalışıyordur. Zira bu ayet ya da hadisle desteklenen bir fikri eleştirmek Allah'ı ya da peygamberini eleştirmek olacaktır. Din konusunda okuyan ya da dinleyen herkes bunun bilincinde olması gerekir.
Yorumlar