Kur’an’ın ilişki bağlamında dikkat ettiği iki temel ilke sevgi ve saygıdır. İnansın veya inanmasın bütün insanların tercihlerine karışmama, inandığı gibi yaşama hususunda saygıda kusur etmemek gerekir.
Kur'an'i Hayat Dergisi
Bütün canlıların, canlı olarak varlıklarını sürdürmeleri için uygun şartlara sahip olması icap eder. Canlı olmayı sağlayan şartların her birisi, canlı varlık için birer tutamak mesabesindedir. Yani canlı, söz konusu tutamaklara tutunarak, varlık sahnesinde yer alır. Bütün canlılardan farklı bir canlı olan insanın da, varlığını sürdürmesi için, bir yer’lere/şey’lere tutunması gerekir. İnsan, hayatın devamını sağlayan söz konusu tutamaklardan, şeylerden, etmenlerden koptuğu zaman, hayattan da kopmuş olur.
Akıl ve irade sahibi insan için hayatın anlamı, sadece biyolojik ihtiyaçları karşılamaktan ibaret değildir. Biyolojik ihtiyaçların karşılanması önemli olmakla beraber, varlık âlemini oluşturan canlı cansız varlıkların ne olduğunu ve niçin var olduğunu merak etmekten kaynaklanan sorulara cevap aramak da önemlidir. Çünkü insan, diğer canlılardan farklı olarak, kendisini ve çevresindekileri tanımak ister. Yararlı ile zararlıyı bilmek ister. Böylece varoluşla ilgili sağlam tutamaklara tutunmayı ümit eder. Eğer insan, varoluşun anlamıyla ilgili olarak (ontolojik) sağlam tutamaklara sahip olmazsa, ne yapacağını ve nasıl davranacağını da bilemeyecektir.
Varlık âleminde anlamsız hiçbir şey yoktur. İnsan, aklını kullanarak anlamaya çalışır. İnsan anladıkça tanımaya başlar. Tanıdıkça da etrafındaki güvenlik çemberi genişler. Anlam da, anlamak da, hayat içinde çok önemli birer tutamak konumundadır. İnsan anlamak için, anlamın neye tekabül ettiğini bilmelidir. Bu manada insana verilmiş olan en önemli özellik, aklı kullanma özelliğidir. Ancak aklın kullanılmasıyla birlikte anlamak ve akıl erdirmek mümkün olabilir. İnsan anlayınca, akıl erdirince, tanıma gerçekleşir. Tanıma ile birlikte meçhulün oluşturduğu karanlık dağılarak zihinsel bir aydınlanma meydana gelir.
Tanıma olayı gerçekleştikçe bilinmezler azalacak ve sınırların da farkına varılacaktır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Sınırların farkına varmayanlar için hidayet söz konusu olamaz. Kerim Kitabımız Kur’an’ın bildirdiği sınırlar, insanın hidayetine yol açan sınırlardır. “İşte kendisi hakkında hiçbir kuşkuya yer olmayan bu ilahi kelam, takva sahipleri için bir hidayet rehberidir.” (Bakara,2:2) “Bu, bütün insanlığa iletilmiş tarifsiz bir bildiridir ve sorumluluk bilincini kuşananlar için de bir rehber ve öğüttür.” (Âl-i İmran, 3:138) “Bu, insanlığı, Rablerinin arzusuyla karanlıklardan aydınlığa; tüm övgülerin muhatabı olan, o her işinde mükemmel olanın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir vahiydir.” (İbrahim, 14:1) “Doğrusu size Allah’tan bir ışık ve apaçık bir Kitap gelmiştir. Allah, rızasını gözetenleri onunla selamet yollarına eriştirir ve onları, izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları doğru yola iletir.” (Mâide, 5:16)
Yukarıdaki ayetler, Kur’an’ın kimliği ile ilgili tanıtıcı bilgiler vermektedir. Kur’an’ın ne olduğunu, ne anlama geldiğini haber vermektedir. Kur’an hakkında hiçbir kuşkuya yer olmadığını, muttakiler için bir hidayet rehberi olduğunu bildirmektedir. Muttakiler derken, uyulması gereken sınırlar hakkında son derece hassas davranan sorumluluk sahibi kimseler akla gelmelidir. Kur’an’ın hidayet rehberi olması demek, gösterdiği yolun kurtuluş yolu, emir ve yasaklarının da dikkate alınması gereken sınırlar olduğu anlamına gelmektedir. Bütün insanlar için ziyadesiyle önemli olan bu bildirinin, sorumluluk bilincini kuşananlar için bir rehber ve öğüt olduğu vurgulanmaktadır.
Kur’an’dan kopuşun net olarak anlaşılması için, yukarıda zikredilen ayetlere ilaveten, Kur’an’la ilgili şöyle özet bir açıklamayı yapmak yararlı olur: Öncelikle Kur’an, herhangi bir mahlûkun sözü değildir. O, Rabbimiz tarafından indirilmiş bir Vahiy’dir. Kur’an’ın sözlerinde herhangi bir çarpıklık, manasında ise bir çelişki yoktur. İfadeleri açık ve nettir. Hakikati aktarır, hak ile batılı birbirinden ayırır. Anlaşmazlıkların olduğu konularda yol gösterir. Her hükmünde tam isabet kaydeder, korkuları dağıtır, kalpleri yatıştırır. Takipçileri için doğru bir yol haritası ve rahmet pınarıdır. Kalplerdeki manevi hastalıkları iyileştiren bir şifadır. Önceki vahiyleri doğrular. Bütün insanlık için bir uyarı ve öğüttür. Hem mesajları hikmetlidir hem de muhatabını hikmetle inşa eder, dosdoğru yola iletir, hayat bahşeder. İlahi bir kanun ve şeriattır. Müminlere mükâfatı ve inanmayanlara ise azabı haber verir. O, yüksek bir bilinç kaynağıdır. Söylem, mana ve söz dizimi eşsizdir. Hiçbir kimse onun bir benzerini oluşturamaz.
Kur’an bir hayat kitabı olduğu için, insanlara hayat bahşettiği için, Kur’an’dan kopuşun anlamı, hayattan kopuş anlamına gelmektedir. Kur’an’dan kopuş, Kur’an’ın varılmasını istediği anlamlardan, oluşmasını istediği tasavvurlardan ve yaşanmasını istediği ilişkilerden kopuş demektir.
Kur’an’ın bütün zamanlar boyunca üzerinde ısrarla durduğu en temel konu ilahlık konusudur. İlahlık hususundaki anlam ve tasavvur sağlam ve sahih temeller üzerinde olmadığı zaman, yapıp etmelerin, edimlerin, ilişkilerin de sağlam ve sahih olması beklenemez. Onun için Allah’tan başka ilah kabul etmemek anahtar hükmünde olan bir yargıdır. Bu anahtarın doğru çalışması, onun anlamına varmak ve varılan anlamı bütün hücreleriyle kabul etmekle mümkün olur. Bu bağlamda toplumsal yapının genel manzarası, ne yazık ki içler acısı bir manzara olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz itibariyle dile getirilen Allah’ın ilahlığı, içerik itibariyle kabul görmemektedir. Bu, neden böyle olmaktadır? Çünkü sadece lâfzen bir takım kelimeleri söylemek, tekrar etmek, iman etmenin ve sorumlulukları yerine getirmenin yeter şartı olarak görülmektedir. Bu anlayış yüzyıllar boyunca bir tasma misali Müslümanların boynunda asılı kaldı. Bu da Kur’an’dan kopuşun ilk halkasını oluşturmaktadır.
Kur’an, öncelikle kendisine inananları şahsiyetli bir yapıya ulaştırıyor. Kur’an’ın oluşturduğu şahsiyetli insan için, bütün yapıp etmelerin nihai hedefi Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktır. Mümin için Allah’ın razı olması, sefaların en büyüğüdür. Bu uğurda çekilen cefalar ise dikkate alınmaz. Peygamber Efendimizin Taif dönüşü yaptığı duada, Rabbin razılığı varsa çektiklerinin bir öneminin olmadığını söylemesi, bütün Müslümanlar için güzel bir ölçü ve örnekliktir. Bu manada Müslüman için tehlikelerin en büyüğünü, Allah’a şirk koşma niteliğindeki duygu ve düşünceler oluşturmaktadır. Allah’ın asla affetmeyeceği duygu, düşünce ve yaşantılardan korunmak için, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanımak gerekir. Bütün meselelerin kökeninde, direkt veya endirekt Allah’ın gerektiği gibi tanınmaması vardır. Allah, gerektiği gibi tanınmazsa, sahih ve sağlam bir imana da sahip olmak mümkün olmaz.
Sahih ve sağlam bilgi, sahih ve sağlam inanmayı da beraberinde getirir. Kur’an, kendisinde asla şüphe olmayan sahih ve sağlam bir bilgi kaynağıdır. Peygamberimizin Veda Haccı’nda belirttiği gibi, Kur’an Müslümanlara bırakılmış bir emanettir. Kur’an, Allah’ın tutunmamızı istediği en sağlam iptir. Kur’an okunup incelendiği zaman, hem kişisel hem de cemiyet hayatımızın nasıl güvenli limanlara dönüşeceğinin resmini görebiliriz. Fakat bunun için, söylenenlere iman etmek gerekir. İman etmenin bir güven meselesi olduğu unutulmamalıdır. Müminler olarak, gerçekten kardeş olduğumuza inansaydık, bugün yaşadığımız zilleti yaşar mıydık? Peygamber Efendimizin bizler için kulakta küpe olması gereken, iman etmeden cennete gidilemeyeceği ve birbirimizi sevmeden de iman edilemeyeceği, dolayısıyla imanla sevginin birbirini gerektiren ayrılmaz bir ikili olduğuna dikkat çekmesi, söz olsun diye yapılan bir dikkat çekme değildir.
Kur’an’ın ilişki bağlamında dikkat ettiği iki temel ilke sevgi ve saygıdır. İnansın veya inanmasın bütün insanların tercihlerine karışmama, inandığı gibi yaşama hususunda saygıda kusur etmemek gerekir. Buradaki saygı, yapılan tercihe değil, tercihi kullanma hakkınadır. Sevgi hususunda ise, sadece müminleri dikkate almak gerekir. Mümin, bütün iş ve eylemlerinde olduğu gibi, sevgide de ölçülü olan kimsedir. Allah sevgisi ile insan sevgisi aynı nitelikte olamaz. Ayrıca mümin, emanet kapsamında verilmiş olan dünyalıklara karşı sevgi beslemenin, bu amaçla sevgi israfında bulunmanın ne kadar büyük belalara yol açacağının da bilincinde olmalıdır. Çünkü Kur’an’dan kopuşun göstergelerinden birisi de sevginin doğru bir şekilde kullanılmamasıdır.
Kur’an’dan kopuşla birlikte sevginin muhatapları da değişti. Allah’a olan sevgi, niteliksiz bir sevgi oldu. Dünya üzerinde daha iyi bir kulluğun oluşumu için, müminler arasında olması gereken sevgi, yerini çıkar temelli bir sevgiye bıraktı. Bütün bunlara paralel olarak, takvanın yerini dünya sevgisi almaya başladı. Dünya sevgisi ise ölümü Müslümanlar nezdinde bir leviathana dönüştürdü. Sekülerleşmenin temelleri böylece atılmış oluyordu.
Sekülerleşmenin zeminini dünya sevgisi oluşturmaktadır. İnsanın, yapısı gereği sevgi duyduğuna bağlanması beklenen bir sonuçtur. Her halükarda bağlanmak vazgeçilmez bir durum olduğu için, dünyaya olan bağlılık beraberinde kategorik bir düşüşü de getirecektir. Aynı zamanda varlık âlemini oluşturan her kategorinin kendisine mahsus edimleri olduğu için, sekülerleşmeyle beraber girilen kategorinin de kendine özgü edimleri olacaktır. Müslümanlar olarak bizim seküler zeminleri ve seküler edimleri hayat tarzı haline getirmemiz, hem Kur’an’dan kopuşun bir göstergesi, hem de İlahi Vahyin işaret ettiği en büyük felakete davetiye çıkarmak anlamına gelmektedir.
Sekülerleşmek demek, ilahi/dini/vahyi olan bütün değerlere karşı olmak demektir. İnsanın kendi kendisine yetebileceği düşüncesini merkeze almak demektir. Hakikatle olan bütün bağlarını koparmak demektir. İnsandaki adalet duygusunu yok etmek demektir. Sevgi, merhamet ve bağışlama gibi insani hasletleri öldürmek demektir. Böylece “gerçeği illüzyondan, hakikati yalandan, mutlakı göreceliden” ayırma kabiliyetini ortadan kaldırmak demektir. Kısaca sekülerleşme süreci demek, İlahi Vahiy’den kopuşun bütün anlamlarını içkin bir süreç demektir.
Sekülerleşme, insanlık tarihinin görebileceği en büyük yalana bel bağlamaktır. Bu yalan, bir “dünya cenneti” oluşturma yalanıdır. Bu yalanla birlikte insan, Allah’a karşı, en kapsamlı, en detaylı ve en gösterişli ortak koşma projesine de imza atmış olmaktadır. Bilindiği üzere Allah’a ortak koşma eyleminde, hakikat ile yalan karıştırılmaktadır. Böylece insanın ruhsal, düşünsel ve eylemsel dünyası zehirlenmek suretiyle uyuşturulmuş oluyor. Sonuçta meydana gelen durum, her yapılıp edilene bir gerekçenin uydurulabildiği bir melezleşme karakterinin oluştuğu bir durumdur.
Melezleşen karakterin dinamiğini, Kur’an’ı Kerim’in “aldatıcı bir meta” (Ali İmran, 3:185), “bir oyun ve eğlence” (Enam, 6:32, Ankebut,29:64) olarak nitelediği dünya hayatı oluşturmaktadır. Bu karakterin hayattaki oluşum ve yansımasını, Bakara Suresi iki yüz yirmi dokuzuncu ayetinde görmek mümkündür. Bu ayete göre Tâlût, kuvvetleriyle beraber yola koyulurken Allah’ın, kendilerini bir nehirle sınayacağını söyler. O nehirden su içenlerin kendisinden olmayacağını, içmeyenlerin ise kendisinden olacağını, sadece bir avuç dolusu içenlerin ise affa mazhar olacağını söyler. Ancak bir kaçı dışında tümü o nehrin suyundan doya doya içer. Nehir geçildikten sonra suyu içenler, Câlût ve kuvvetlerine karşı koyacak güçlerinin olmadığını söyler. Ama kesin olarak Allah’a kavuşacaklarını bilen, suyu içmemiş birkaç inanmış ise “nice küçük topluluklar, Allah’ın izniyle büyük kalabalıklara üstün gelmiştir, zira Allah, güçlüklere karşı sabırlı olanlarla beraberdir” der. Buradaki can alıcı nokta, Allah’a olan güven noktasında ortaya çıkmaktadır. Gerçekten Allah’a kavuşacaklarına inananlarla inanmayanlar birbirinden ayrılmaktadır. Dünyalık nimetler/su karşısında oluşan karakter melezleşmesi, edimlerde de nitelik değişmesine sebep olmaktadır.
Yukarıdaki ayetin anlamını pekiştiren bir hadisi hatırlatalım.[1] Bu hadise vehn hadisi de denmektedir. Özet olarak Müslümanlara karşı savaşmak üzere insanların birbirlerini davet edecekleri belirtilmektedir. Sayısal azlıktan mı bunun gerçekleşeceğini soran birine Efendimiz, o gün Müslümanların sayıca çok olacağını ve fakat selin önündeki çer-çöp gibi zayıf olacaklarını ve gönüllerinde de vehn olacağını söyler. Vehni soran birine, “dünyayı sevmek ve ölümü kötü görmek” diye cevap verir.
Yukarıdaki ayet ile hadisi birlikte düşündüğümüzde, dünya sevgisi ve ölüm korkusunun, Müslüman şahsiyete ters gelen durumlar olduğu görülmektedir. Zira güçlü olmanın ölçüsü nicel olanla değil, nitel olan ilgilidir. Müslümanı Müslüman yapan Kur’ani niteliklerdir. Müslüman, niteliklerini koruyarak gücünü de korumuş olur. Nitelikleri korumanın yolu takvalı olmaktan geçer. Takva, sınırları olmak, sınırlara uymak ve böylece sınırları gözetmek demektir. Sınırsız yaşamak, hem haddi aşmak ve hem de bir hak gaspıdır. Zaten insan, ne kadar isterse istesin, sınırsız yaşama güç ve kudretine asla sahip olamaz. Takvalı olmanın neticesi, sorumlu davranmaktan geçer. Sorumluluğunu unutmayanlar, sorumlu davrananlar her zaman güçlü olanlar ve güçlü kalanlardır.
Kur’an’dan kopuş, Allah’tan kopuş demektir. Allah’ın olduğu bağlamlardan, Allah ile olan bağlardan kopmak demektir. Allah ile olan bağları koparan insanın dayanacağı, tutacağı bir tutamak söylenebilir mi? İşte bu hususta Batı dünyası, bütün sınırlılıklarına rağmen insanı merkeze alarak, tanrılaşma iddiasında bulundu. Hangi yolla olursa olsun, gücü eline geçirenin oluşturduğu acımasız dünyada; kan, gözyaşı ve zulüm hiçbir zaman eksik olmadı. Değerleriyle bir ilgisi kalmayan Müslümanlar da, oluşturulmuş kapitalist, neoliberal ve modern dünyanın amansız takipçileri oldular. Seküler tasavvurun değerleriyle barışık adı müslüman olan hilkat garibesi varlıklar olarak, büyük savrulmaları yüzyıllardır yaşıyoruz. Her türlü yola başvuruyoruz ama bir türlü Kur’an’a başvurmuyoruz. Kur’an’a başvurmadığımız için, ya geçmişe kapanıyoruz ya da içimize kapanıyoruz. Bireyselliklerimizin bizim için yeterli olacağını düşünüyoruz. Oysaki bireyselliklerimizin bizi götürdüğü limanın adının, hiçbir değeri tanımayan nihilizm limanı olduğunu anlamıyoruz. Seküler vahşiliklerin hayran takipçileri olarak, müreffeh bir dünya idealini gerçekleştirme sevdasından kurtulmak için, en sağlam tutamak olan Kur’an’a tutunmaktan başka bir çaremizin olmadığını gördüğümüz zaman, yeniden bir inşa imkânını da yakalamış olacağız.
Yorumlar