Dinin İkmali Ve Nimetin İtmamı

Doğuştan sahip olduğu fıtratla terbiye edilen insan, bu fıtratı, bu terbiyeyi korumak suretiyle, olgunlaşma yönünde, bir tekâmül sürecine de girmiş oluyor.

Dinin İkmali Ve Nimetin İtmamı

Doğuştan sahip olduğu fıtratla terbiye edilen insan, bu fıtratı, bu terbiyeyi korumak suretiyle, olgunlaşma yönünde, bir tekâmül sürecine de girmiş oluyor.

Kur'an'i Hayat Dergisi

 “Her ne konuda olursa olsun, bütün sorunların en doğru bir yol ve yöntemle üstesinden gelebilmek için, en doğru çözüme varabilmek için, şekil ve öz itibariyle, bir hayat tarzı olarak, bir din olarak İslam yeterlidir.”

“İnsanın sosyal hayatı da dikkate alınmak suretiyle, gerek varoluşla ilgili olarak, gerek bilgiyle ilgili olarak ve gerekse de eşyanın hakikatiyle ilgili olarak, ilahi referansları, kısmen veya tamamen hesaba katmamak, Allah’ın haklarına müdahale anlamına geldiği için, bu konuda ileri sürülen fiili ve teorik çabalar, Allah’a ortak koşmak anlamına gelecektir.”

“İnsan akıl ve iradesini kullanarak yapacağı tercihlerle, ya fıtratını bozacak ya da sahip olduğu özgünlüğünü muhafaza edecektir. Şu kat’i bir hakikattir ki, insanın fıtratı bozulunca insan da bozulmuş oluyor.”

 

Aziz Kur’an’ın beşinci suresi olan Maide suresinin üçüncü ayetinde Rabbimiz dinden söz ederek, üç hususa dikkatleri çeker.[1] Bu hususlardan birincisi dinin ikmal edilmesidir. İkincisi, Allah’ın, insanlara olan nimetini itmam etmesidir. Nimetin itmamından anlaşılmaktadır ki, artık vahiy inzal olmayacak, risalet sona erecek ve herhangi bir elçi gönderilmeyecek. Üçüncü husus ise, hayat tarzı olarak, mülk ve hüküm olarak, itaat ve itimat olarak, adalet ve merhamet olarak, dünyada iyiliğe, ahirette kurtuluşa götüren yol olarak ve insan için din olarak barışı, selameti ve teslimiyeti yani İslam’ı benimsediğini, seçtiğini ve razı olduğunu bildirmesidir.

Ayetin baş tarafında, söz konusu olan bazı hususların helal-haram açısından ayrıntılı olarak ele alınması, ayetin bu kısmıyla ilgisiz görülebilir. Fakat bununla şu mesaj pekiştiriliyor olabilir: Dinin ikmali ve nimetin de itmamı bakımından, zihinlerde hiçbir soru işareti kalmasın ve insanlar gönül rahatlığıyla dinin gösterdiği istikamette yaşasın. Yani her ne konuda olursa olsun, bütün sorunların en doğru bir yol ve yöntemle üstesinden gelebilmek için, en doğru çözüme varabilmek için, şekil ve öz itibariyle, bir hayat tarzı olarak, bir din olarak İslam yeterlidir.

“İtmam, bir şeyin aslının (cevherinin) tamamlanmasıdır. İkmal, asıl tam olmakla birlikte noksan olan detayının (arazının) tamamlanmasıdır. İnsanlığın değişmez değerlerinin tümü olan İslam son mesajla hem nitelik hem nicelik olarak kemale ulaşmıştır. Nimet ise, asıl olarak kemale ulaşmış fakat fer olarak çatısı kurulup “Siz kemale taşıyın.” denilmiştir. Bu da tamamlanmış olan asıldan yola çıkılarak yapılacaktır. Kelâle[2] ve faizle ilgili ayetlerin bu ayetten sonra indiği görüşünü kabul edersek, dinin ikmaliyle dinin esaslarının kastedildiğini düşünmemiz şart olur.”[3]

Allah indinde geçerli olan, makbul olan din İslam olduğu için (Al-i İmran 3:19, Bakara 2:193), İslam dışında herhangi bir dine yönelenleri, yani İslam’ın öz ve şekil itibariyle oluşturduğu hayat tarzı dışında herhangi bir hayat tarzını kabul edenlerin, bu dinleri, bu hayat tarzları kabul edilmeyecek ve ahirette ise o kimseler kaybedenlerden olacaktır. (Al-i İmran 3:85) İslam dininin ihtiva ettiği anlam yelpazesine baktığımız zaman, şöyle bir izahta bulunabiliriz: Allah’ın hakimiyeti olarak, Allah’ın otoritesi olarak izah edilebilecek, mutlak tasarruf etme güç, kuvvet ve yetkisi. Öyle ki O, insanın dış dünyasını oluşturan tabiatın ve evrenin varoluşsal seyrinin mutlak yönlendiricisidir. Yine O, insanın edimlerinin etkili olduğu tarihin gidişine yön verir.[4] Zamana da mekâna da mutlak anlamda hükmeder. Hem dinin mutlak banisi/kurucusu, hem de Hesap Günü’nü elinde tutandır. “O din gününün malikidir.” (Fatiha 1:4) Bütün bu niteliklerin billurlaştığı kelimeye tevhid diyoruz. Onun içindir ki bütün yönleriyle “Allah’tan başka ilah yoktur.” ilkesi dinin ihtiva ettiği en önemli ilke olmaktadır.

Dinin doğası, bağ kurma ve bağlanma teması etrafında oluşmuştur. Bağ kurma ve bağlanma, genel olarak insanın kişiliğini ilgilendiren bir niteliğe sahiptir. Kişilik, iç âlemi oluşturan tasavvurlar ve dış âlemde uyulması gereken sınırlarla ilgili değer ve değerlendirmeleri kapsar. İnsanın iç ve dış âleminde benimsediği, uymayı kabul ettiği yönetsel ve yargısal bütün sınırlar dinin doğası ile ilgilidir. Bu manada dini oluşturan sınırlar ilahi sınırlar olmaktadır. Yani Allah’ın, akıl ve irade sahibi insanın iyiliği için, zayi olmaması için tercihine sunduğu, hem dünyevi hem de uhrevi sonuçları olan yasalardır. Bu yasalarla ilgili olarak ortaya atılan düşünceler, ilahlık iddialarını kapsayan iddialardır. Allah bu konu ile ilgili, yani ilahlık ile ilgili, herhangi bir ortaklığı kabul etmediği gibi, buna teşebbüs edenleri şiddetle kınamakta ve asla affetmeyeceğini bildirmektedir.

Ortak koşmanın mantığını eksiklik oluşturur. Normal olarak, herhangi bir konuda eksik görülen bir şey varsa, onu tamamlamaya meyletmek, insani bir reflekstir. Bu söz konusu eksiklik, kişisel yararı engelleyen bir pürüz olabileceği gibi, yürürlükteki paradigmadan kaynaklanan bir eksiklik de olabilir. Eksik olanın itmamı reform yapma marifetiyle giderilebileceği gibi, devrim yapma marifetiyle de giderilebilir. Dünyayı imar ve inşa bakımından karşılaşılan eksiklikleri gidermek için yapılan fikri ve fiili ortaklıkların amacı yararlı olanı gerçekleştirmektir. Ama insanın sosyal hayatı da dikkate alınmak suretiyle, gerek varoluşla ilgili olarak, gerek bilgiyle ilgili olarak ve gerekse de eşyanın hakikatiyle ilgili olarak, ilahi referansları, kısmen veya tamamen hesaba katmamak, Allah’ın haklarına müdahale anlamına geldiği için, bu konuda ileri sürülen fiili ve teorik çabalar, Allah’a ortak koşmak anlamına gelecektir.

Allah’a ortak koşmak, iki açıdan haddini aşma ve böylece cürüm işleme anlamına gelmektedir. Birincisi, Allah’a ortak koşan, öncelikle Allah’a savaş açmış olmaktadır. Bu savaş, topla tüfekle yapılan bir savaş değildir. Bu savaş, insanın kendi Yaratıcısı’nın sahip olduğu hakları yok sayması, o haklara göz dikmesi, o haklara el koyması, kendi başına buyruk olması ve böylece arzu ve isteklerinin tutsağı olmasıyla yapılan bir savaştır. İkincisi ise, yaptığı bu eylemle insanın kendisini ilahlaştırmasıdır. Elbette insan burada direkt olarak Allah’a kafa tutuyor değildir. Burada Allah’ı, her şeyin yaratıcısı ve mutlak mülk sahibi olarak görürken, bireysel ve toplumsal ilişkilerle ilgili olarak kendisini mülk sahibi olarak görmektedir. Yani bazı doğrular üzerinden hareket ederek, bazı doğruları araçsallaştırarak –Buna Allah’ın ayetleri de dâhil.- mülk/erk/iktidar sahibi olmak söz konusudur. Aslında burada yapılmakta olan, bir “din” oluşturmaktan başka bir şey olmamaktadır ki, bu “din”in adına da “şirk dini” denmektedir.

İnsanlık tarihi boyunca, din’le ilgili olarak süregelmiş olan tasnif, hak din ve şirk dini olarak, iki başlık altında toplanmıştır. Din olgusu hiçbir zaman toplumsal gündemin dışına çıkmamıştır. Din her zaman insanlığın bir numaralı gündemi olmuştur. Zaten varlık âleminin yaratıcısı olan Allah, her varlığa ne yapması gerektiğini vahyetmiştir. Varlıkların hareket kabiliyetini oluşturan bu vahye fıtrat diyoruz. İradesi olmayan varlıklar açısından, ayırt edici özellikler yerine geçen fıtrat, insan için bozulup bozulmama seçeneklerine sahiptir. İnsan bunu da akıl ve iradesi ile yapmaktadır. Yani insan akıl ve iradesini kullanarak yapacağı tercihlerle, ya fıtratını bozacak ya da sahip olduğu özgünlüğünü muhafaza edecektir. Şu kat’i bir hakikattir ki, insanın fıtratı bozulunca insan da bozulmuş oluyor.

Din-fıtrat ilişkisinde hakikatin tecellisi, dinin fıtri yapıya uygunluğuyla mümkün olur. Şimdi şöyle bir sonuç da elde etmiş olmaktayız: Karşılıklı bir etkileşim içinde olarak, hem fıtri yapının tercihler üzerinde etkisi ve hem de tercihlerin fıtri yapı üzerinde etkisi olacaktır. Zaten insanın doğal olarak devam eden yaşam seyrini, aktif ve pasif nitelikteki etkileşimler oluşturmaktadır. İnsanın doğduğu ortamda, iradeli veya iradesiz varlıklarla etkileşim içinde olması, insanın kendisinden kaçamayacağı bir alınyazısıdır. Aslında bu etkileşimle birlikte insan, bir talim ve terbiye sürecine de girmiş olmaktadır. Doğuştan sahip olduğu fıtratla terbiye edilen insan, bu fıtratı, bu terbiyeyi korumak suretiyle, olgunlaşma yönünde, bir tekâmül sürecine de girmiş oluyor. Bu manada, doğan her günün, batan her güne nisbeti daha iyi olacak şekilde yaşanmalıdır ki, tekâmül sürecini sağlıklı olarak devam ettirebilsin. “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır” ilkesinin nitelik açısından ele alınması ve bu ilkenin bir gereği olarak, her doğan yeni günde “nitelikleri çoğaltarak” yaşamı kaliteli hale getirmek, istenen tekâmül için bir süreç olmalıdır.

İnsan ömrü bütüncül olarak değerlendirildiği zaman, yıllar, aylar, günler ve saatleri oluşturan zaman dilimleri izafi olup, tekâmülle tekmil olma yolunda, sadece birer uyarı levhasına benzerler. Sahip olduğu yapısal niteliklerle küçük bir evren misali olan insan, kendisine emanet edilmiş ömür sermayesinin, bir “an” mesabesinde olduğu veya bir “an”dan ibaret olduğu tasavvuruna sahip olmalıdır. An’ı doğru değerlendirmek, saat, gün, ay ve yılı da doğru değerlendirmenin ana zeminini oluşturur. Yani emanet olarak verilmiş an’ı değerlendiremeyen, dolayısıyla son kertede ömrünü de değerlendirememiş olur. Böylece tekâmül ederek tekmil olmanın imkânını da heba etmiş olur. Her an’ı razı olunmuş hoş bir anıya dönüştürmenin, tekâmül süreciyle tekmil olmaktan geçtiğini söyleyebiliriz. İkmalin, itmamın, tekmilin kemali, ancak ve ancak hiçbir eksikliğin içinde bulunmadığı, doğru yol, İbrahim’in ve diğer bütün elçilerin de yolu olan, dosdoğru din İslam’la mümkün olur.

Din olarak İslam’ın ikmal edilmesi ve böylece nimetin itmamı, sorumluluk olarak Müslümanların gitmeleri gereken yol ile yapmaları gerekenlerin ana esaslarının netleşmesi anlamına gelmektedir.

Dinin ikmal edilmesi, iki açıdan ikmali akla getirir: Teorik ikmal, pratik ikmal. İslam’ın teorik yapısını Kur’an oluşturmaktadır. Kur’an kendisini tanıtırken, içinde hiçbir kuşkunun olmadığı ilahi bir kelam ve sorumluluğunun bilincinde olanlar için bir hidayet rehberi, bir öğüt, karanlıklardan aydınlığa ve her işinde mükemmel olan Allah’ın yoluna çıkaran bir Vahiy olarak tanıtır. O, hakikati aktarır. Hak ile batılı birbirinden ayırır. Her hükmünde tam isabet kaydeder… Kur’an, daha saymadığımız birçok açıdan teorik olarak bir mükemmeliyetin ifadesidir. İslam’ın pratik açıdan ikmalinin numunesini Hz. Peygamber oluşturmaktadır. Kur’an, her açıdan Hz. Peygamber’i en güzel bir örneklik olarak ifade etmektedir. (Ahzab 33:21)

Dikkatlerden kaçmaması gereken bir hususu belirtmeden geçmeyelim: Bazı ilahi emirler, sadece Hz. Peygamber’in varlığı ile sınırlı olduğu için, O’nun vefatıyla birlikte uygulama imkânı da ortadan kalkmış olmaktadır. Örneğin Hz. Peygamber’in evine girişler ve ev sakinleriyle ilişkilerin mahiyetini anlatan ayetler.[5] Beni Nadir mallarından bahseden ayetin uygulanışı.[6] Buna benzer ayetlerin tatbik imkânından bahsetmek mümkün olmamaktadır. İbadet, siyaset, askeri ve hukuki birçok sahada benzer durumların varlığından söz etmek mümkündür.[7] Şekil ve uygulama şartları değişerek, hükmen uygulama imkânını yitirmiş bu gibi ayetlerden bile, yapılacak doğru çözümlemelerle, sahip oldukları mantık dikkate alındığında, hayatı aydınlatacak dersler ve ilkelerin çıkarılabileceğini unutmamak gerekir. Bu da demek oluyor ki, Kur’an’ın hiçbir emri, boşa çıkmış, işlevsiz ve yararsız bir hale gelmiş değildir. Uygulama imkânı olmayan bu gibi ayetlerden de, hayatta uygulanmak üzere alacağımız dersler, ibretler ve hisseler olduğu muhakkaktır.

Dinin ikmali ve nimetin itmamı bakımından herhangi bir soru işareti olmadığı halde, Müslüman olduklarını söyleyenlerin dünya üzerindeki yaşamlarının Kur’an’dan ve İslam’dan nasibini almaması, insanlık tarihinin görebileceği belki de en büyük çelişkidir. Müslümanlığın dinamiğini oluşturan Kur’an’ın, Müslümanlar tarafından okunarak tedebbür edilmemesini izah edecek cümleler nasıl kurulabilir? Olsa olsa bir etiketten öteye geçmeyen Müslümanlıkla varılacak akıbet ancak böyle olur.

İnsan öncelikle insan olduğunu hatırlamalıdır. Akıl ve irade sahibi olduğunun bilincinde olmalıdır. Akıl ve irade sahibi olmaktan doğan sorumlulukları olduğunu bilmelidir. Yaptığı tercihlerin bir bedelinin olacağını bilmemek mümkün değildir. Öyle ise insan olma paydasını muhafaza eden bir kimse, Müslümanlığı tercih ediyorsa, bu Müslüman olmanın ne anlama geldiğini de bilmelidir. Yoksa yaptığı tercih, bir tercih olmaktan öteye, bir sayıklama olur. Hiçbir sayıklama, sayıklayanı dosdoğru bir yola ulaştıramaz.

Bugünkü modern, post-modern ve neoliberal dünyada Müslümanların genel görüntüsü, yakalandıkları hastalıktan dolayı sayıklayan kimsenin durumuna benzemektedir. Hiçbir noksanı olmayan, hem öz ve hem de şekil bakımından ikmal edilmiş bir dinin mensupları, bir rahmet pınarı olan Kur’an’a sırt çevirmiş, geçmişe kapanarak tükettiği hurafelerle sayıklamaya devam etmektedir. Allah, dini ikmal edip nimeti itmam etmiş ki, insan da ikmal olarak itminana/emniyete ulaşsın. Bu bilinçten yoksunluğun neticesi olarak hayatımız, her açıdan bir yamalı bohçayı andıran, dinin hakikatinden uzak bir hayata dönüşmüştür. Allah, dinini ikmal etmişken, insanlar üzerindeki nimetini itmam etmişken ve İslam’ı bir yaşam tarzı olarak önümüze koymuşken, artık bize düşen, bu hayat tarzını yaşamak ve bu nimetten istifade etmektir. Rabbim, bizleri nimetinden istifade eden kullarından eylesin! Âmin!

 

 

[1] “Bugün dininizi sizin için ikmal ettim ve size olan nimetimi itmam ettim. Ve İslam’ı sizin için hayat tarzı olarak benimsedim.”

[2] Baba, anne ve çocuklar bakımından farklı olan, yani ata ve çocuklarının zincirini oluşturan, soy ağacının dışında bulunan akrabalık demektir. Karabet, yakınlık sahibi anlamına geldiği gibi, “kelâle” de, “kelâle sahibi” anlamında, ne çocuk ne de baba ve anne bırakmamış olan murise (varis olunan kimse), bir de mirasçıya denir. Örneğin, kardeşlik bir kelâle, usul ve furu’dan bir şey bırakmadan ölen kardeş bir kelâledir. Onun arkasından kalan amca ve hala da kelâledir. Miras hukukunda da mirasçının en yakınlarının bulunmaması nedeniyle mirasın alt ve üst soy dışına yan kola geçmesi olarak tanımlanmıştır. (www.mynet.com)

[3] Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, s.191 (Dipnottan)

[4] Tarihte nice gelip geçmiş olan topluklar vardır. Bu topluluklar arasında, sapkın tutum ve davranışlarından ötürü daha dünyada iken cezalandırılarak helak edilmiş olanları Kur’an bize haber verir. Böylece Allah, tarihin kötü gidişine müdahale ederek yönünü değiştirmiştir. Burada şu husus dikkatten uzak tutulmamalıdır: Allah hiçbir kavmi/topluluğu uyarmadan cezalandırmamıştır. Yapılan uyarılar neticesinde, helak olan kavimler, Allah’ın elçilerine meydan okumuşlar ve “eğer doğru sözlü iseniz, bizi tehdit ettiğiniz azab ne zaman gelecek” (Yasin 36:48) diyerek alay etmişlerdir. Allah’ın helak etmesi de bundan sonra gerçekleşmiştir. Yani bir bakıma helak olmayı insanın bizatihi kendisi istemiş olmaktadır. Bir de, insanın Kur’an’ı rehber edinmesini, dolaylı olarak Allah’ın tarihe müdahalesi olarak niteleyebiliriz.

[5] Ahzab 33:53, Hucurat 49: 2-11-12, Mücadele 58:12,

[6] Haşr 59:6

[7] Bknz. M. Said Hatipoğlu, İslamiyat dergisi, cilt 7, sayı 1, Ocak-Mart 2004

Kur'an'i Hayat Dergisi
Kur'an'i Hayat Dergisi

Bu sayfa, Kur'ani Hayat Dergisi'nin resmi sayfasıdır. Dergiyi tanıtma amacıyla kurulmuştur.

Yorumlar