Tanrı'nın önemsediği şey insanların söylemleri değil eylemleriydi. Hesap günü insanlar söylemleriyle ya da lafzen tuttukları tarafla değil sergiledikleri doğru davranışlarla ödül kazanacaktı. Ceza gerektiren nedense elbette atmadığı sloganlar değil seyyiatı olacaktı.
Kur'an'i Hayat Dergisi
Ali Şeriati'ye Allah rahmet eylesin, ortaya attığı tezler o denli dolu ki benim gibi kendisinden sonra gelen pek çok kuşağa esin ve bilgi kaynağı olmaya devam ediyor. Fakat ben bu yazımda bu tezi biraz farklı bir açıdan işlemeye çalışacağım. Şöyle ki: Özetle Ali Şeriati'ye göre hiçbir peygamber dinsizliğe karşı mücadele etmemiş, bilakis kurumsallaşmış, statikleşmiş ve statükolaşmış bir dine karşı mücadele etmiştir. Hz. Musa, Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed hepsi aynı savaşımı yapmıştır. Sonuçta yeni din dediğimiz kutsal kitapların ifadesiyle "insanları karanlıktan aydınlığa çıkaran" sistem oluşmuştur. İşte benim çözümlemem bu sistemin nasıl "aydınlıktan karanlığa götüren" bir girdaba dönüştüğünü anlama çabası olacaktır. Bir peygamber eliyle insanca bir yaşam tarzı olarak biçimlendirilen öğretinin nasıl insanlıktan çıkma, insanı yok sayma hatta yok etme becerisine dönüştürüldüğüne ilişkin bir çıkarsama olacaktır.
Evvela hatırlayalım; müşrikler Hz. Muhammed'in "günümüzdeki söylemle" iman ve ibadetine davet ettiği Allah için "yoktur" ifadesi kullanmıyorlardı. Tabi "yoktur" ifadesi olmadığına göre "iman" kavramı günümüzde sanıldığı gibi "varlığını kabul etmek" anlamına gelmiyordu. Çünkü insanları ve evreni yaratan bir gücün varlığı Hz. Peygamber'den yüzlerce yıl önce pek çok toplum hatta hiç peygamber tanımamış toplumlar tarafından bile bilinen bir kabuldü ve bu gücün tek olduğu da öyleydi. Yani İslam, Tanrı'nın tek olduğunu icat eden değil Tek Tanrı inancı çevresinde ortaya çıkan bir öğretiydi. Peki müşrikler evreni yaratan, rızık veren, yağmuru yağdıran Allah'ın varlığını reddetmiyorlarsa, yani varlığını kabul ediyorlarsa niçin günümüzde bunu kabul edenler gibi "mü'min" sıfatı taşımıyorlardı. Demek ki iman denilen kazanım bir şeyin varlığını kabul etmek ya da kabul etmemekle ilgili değildi. Peki o halde neyle ilgiliydi? Kanaatimce iman Tanrı'nın ortak bir değer olarak insanlar arasındaki ilişkilerde yaşatılmasıydı. Yaratan, Yaşatan ve Yargılayacak olan güç olmasından ötürü toplumlarda ortak kökeni, ortak iyiyi ve ortak sonu temsil eden en üst değerdi. Bu değer insanlar arasındaki kökensel birliği ifade ettiği için insanların eşitliğini, eşit yaşam hakkını simgeliyordu. Zengin-fakir, güçlü-güçsüz, soylu-sıradan ayrımı yapmaksızın ve attıkları slogana bakmaksızın sergilemiş oldukları davranışlardan ötürü yargılayacağı, ödüllendirip cezalandıracağı için böyle bir Tanrı'ya iman insanın insana karşı davranışının etik olmasını öngörüyordu. Evet, Tanrı'nın en büyük işlevi insanın insana kötülük yapmasına engel olmaktı. İnsanın insana kötülük yapmasına engel olmayan bir Tanrı inancı yok hükmündeydi. İşte Yaratıcı İlah cahiliye toplumunca zaman ve mekanın dışına çıkarılarak ötelenmişti. Yani yeryüzünden kovulmuştu. Teoride vardı, pratikte yoktu; bu yüzden cahiliyedeki Allah inancı insanların insanlara kötülük yapmasına engel olmuyordu.
Cahiliye Arapları, varlığına inandıkları Allah'ı erişilmez kılıp yeryüzünden kovdukları için insanlar içindeki bu tanrısal boşluk elbette Kabe'de toplanan hiyerarşik tanrılar meclisince doldurulacaktı. Bu tanrılar hiyerarşisinde en büyük üç ikonun sahibi "Kureyş" insanların en soylusu olarak kentin hatta coğrafyanın rantından elbette "aslan payını" alıyordu. En eşkin atlar, en gösterişli develer, en güçlü köleler ve en şuh cariyeler hep onlarındı. Baş kutsalı yeryüzünden kovup onunla insanlar arasına yüzlerce kutsal sokmanın getirdiği nimetlerdi bunlar...Sonra günün birinde Hz. Muhammed çıktı ortaya ve yeryüzünden kovdukları Tanrı'yı geri getirdi. Bir değer olarak insanları arasına dahil etti. O baş kutsalla insanlar arasındaki tüm kutsalları yıktı. İnsanlar arasına tek kutsal olarak yaratan, yaşatan ve insanları bir gün yargılayacak olan Allah'ı getirdi ve onun insanlara şah damarından daha yakın olduğunu ilan etti. Hz. Muhammed, Allah'ı zaman ve mekanın dışına çıkaranlara karşı insanlar arası ilişkilerde hakem olan insanî bir değer olarak tanımladı. Bir insan olarak en büyük dileği insanların insanlara kötülük yapmasına engel olmaktı. "Birbirinizin boynunu vuran kafirlere dönmeyin." dedikten sonra bu dünyadan göçtü.
Kanaatimce, Hz. Peygamber'in öğretisinden en büyük kopuş ihdas ettiği Allah inancında yaşandı. Zira Hz. Peygamber'in "iman" dediği kazanım "varlığını kabul etmek" anlamında değil bir değer olarak günlük yaşantıda ve insan ilişkilerinde işletmekti. Bunu yapınca ahlak denilen görüntü ortaya çıkıyor ve ahlak o dönemde "takva" sözcüğüyle karşılanıyordu. Takvalı anlamına gelen "muttakî" sözcüğü imanlı anlamına gelen "mü'min" sözcüğüyle eşdeğer anlaşılıyordu. İmana eşdeğer olan bir sözcük daha vardı o dönemde emanet yani güvenilirlik...Hz. Peygamber'e göre güvenilirliği olmayanın imanı da yoktu[1] ve insan mü'min olarak günah işlemezdi[2]. Dahası insanın sağında ve solunda bulunan iki melek ne yaptığını hatta ağzından çıkan her sözü kaydetmekteydi[3] ve Allah insanları yaptıklarından ötürü yargılayacaktı. İşte böyle bir öğretide insanın insana kötülük yapmaması esastı. Fakat sonraki dönemlerde iman kavramı "değer olarak yaşatmak" anlamından "varlığını kabul etmeye" indirgendi. Günümüzde önümüzde duran "Yaratan ve Yok Eden" Tanrı inancı çevresinde biçimlenen "indirgenmiş" dine gelen yolun kapısı böylece aralanmış oldu. Öncelikle kelamcılar Tanrı'yı "zamandan ve mekandan münezzeh" kılarak insanın dünyasına ait olmayan bir kavram olarak tanımladılar. Zira zaman ve mekandan münezzeh olan varlık zaman ve mekan sahibi varlıklar için hiç bir anlam taşımayacaktı. Tanrı ikinci kez göğe kovulunca bu kez dönemin siyasal otoritesi tanrısal yetkileri kullanmaya başladı. Önce Emevi Halifeleri "Allah'ın Halifesi" sıfatıyla sonra Abbasi Halifeleri "Allah'ın iradesinin somutlaşmış ifadesi" olarak oynadılar insanların kaderiyle, sonra ne beyler ne sultanlar... Öte yandan İslam'ın doğuşu döneminde hiç tartışılmayan Tanrının sıfatları konusu bu dönemlerin flaş tartışması oldu. Tanrı'ya Kadir-i Mutlak dendi yani dilediğini yapan ve yaptıklarından dolayı kimseye hesap vermeyen anlamında... Karşıt fırka inanılabilir olmanın ön koşulunu güvenilir olmaktır, güvenilir olmanın şartı adil olmaktan geçer, diyordu ve "Tanrı'nın adaleti kendine vacip kıldığını söylüyordu. Burada aslında tartışılan Tanrı değildi, çünkü herkes biliyordu ki hiç kimse Tanrı'nın zati sıfatları hakkında kesin bilgi sahibi olacak kadar Tanrı'ya yakın olmamıştı ve olmayacaktı. O halde Tanrı'nın sıfatları kapsamında tartışılan neydi? Elbette devletin nitelikleri ve yöneticide bulunması gereken özelliklerdi. Kadir-i Mutlak, takdirinden sual edilemez bir Tanrı tasavvur edenlere göre devlet ve yönetici sonsuz yetki sahibi olmalıydı. Belki de bu teorinin sahipleri söylemleriyle gücün sözcülüğünü yapıyorlardı. Kadir-i Mutlak Tanrı teorisi yüzyıllardır İslam dünyasında iktidarda olduğu için yöneticiler hep tanrılaştı, yönetilenler köleleşti. Sonuç bin yıldır hiç dinmeyen kan ve gözyaşı oldu.
Adil Tanrı inancı, insanlardan adam gibi adam olmayı istediği için asla dünyamızda kökleşemedi. Hz. Muhammed'in ihdas ettiği yaratan, yaşatan ve yargılayacak olan Tanrı inancı bizim dünyamızda asla Adil Tanrı inancına evrilmedi. Bu yüzden yüzyıllarımız küçük dağları yaratanlarla doldu taştı. Bir de Hz. Muhammed'in tek tanrı inancı sayısal anlamda bir tekliği değil anlamsal açıdan bir sayıyı simgeliyordu. Yani Tanrı'nın tek olması demek herkes için aynı anlama gelmesi demekti. Peki Tanrı herkes için aynı anlamı taşıdığında ne olurdu? İyilik ve kötülük nesnel olarak tanımlanabilirdi. İyilik ve kötülüğün nesnel tanımı insanlara karşı davranışta adil olmayı, yani takva sahibi olmayı kısacası mü'min olmayı şart koşuyordu. Böyle bir durum dünyamızda ne zaman gerçekleşti bilemiyorum. Tam bu noktada bir zaman Muhammed İkbal tarafından söylenen şu söz geldi aklıma: Burası Hindistan beyler, burada iki şeyden biri kesinlikle yok; ya İslam var Müslüman yok ya da Müslüman var İslam yok...
Tanrı’nın zaman ve mekandan tenzihinin etkileri yalnızca politik düzlemde sınırlı kalmadı. Gerçekte pratik olarak hayatında işletmediğin bir kabulün teoride bulunması onu var kılmıyor. Yani söylemler gerçek adına hiçbir şey ifade etmiyor. Bizi yaratan ve bir gün yargılayacağına inandığımız bir Tanrı düşüncesini yaşamında aktif olarak uygulamayan insan varlığı kabul etmekle iman sahibi olamaz. Çünkü iman sahibi olmak vicdan sahibi olmayı gerektirir. Hemcinslerine zarar verme, zarar verme planları yapma; hemcinslerini ezme, dünyayı başlarına zindan etme ve birilerinin hayatını cehenneme çevirme gibi eylemler ne vicdan dairesine girer ne de iman... İşte din kardeşlerine zarar verme, ezme, yaşamlarını karartmaya dönük faaliyetler ne yazık ki İslam'ın çok erken dönemlerinde başladı. Tanrı'yı yeryüzünden kovma çabaları dünyamızda çok erken zuhur etti. İnsanlığa karşı insanlık suçu işleyeni kınarcasına "büyük günah işleyen dinden çıkar" diyerek Tanrı'yı insanlar arasında tutmaya çalışan Mutezile bilginlerinin çabası yeterli olmadı vicdanların işler kalmasına... Çünkü karşısındaki fırka, günah işlese de insanın mü'min kalabileceği düşüncesinin çığırtkanlığını yapıyordu. Bu daha cazip geldi insanlara. Çünkü yükte hafif, pahada ağır bir dindarlık zahmetsiz ve güven içinde elde edilebiliyordu. Oysa insanın günah işlemesine engel olmayan bir inanç, inanç değeri kazanmazdı. Zira Tanrı'nın önemsediği şey insanların söylemleri değil eylemleriydi. Hesap günü insanlar söylemleriyle ya da lafzen tuttukları tarafla değil sergiledikleri doğru davranışlarla ödül kazanacaktı. Ceza gerektiren nedense elbette atmadığı sloganlar değil seyyiatı olacaktı.
Evet, Hz. Muhammed öğretisiyle yaratan, yaşatan ve bir gün yargılayacak olan ilahı insanların erişilmez olarak gördüğü bir boyuttan inanılabilir ve güvenilebilir insanî bir değer olarak insanların arasına getirmişti. İnsanlar insan olarak başladıkları yaşam serüvenlerini insanca tamamlasınlar diye... Daha yaşanabilir bir dünya yaratsınlar, yaşamları yok etmesinler diye... İşte Hz. Peygamber'in ihdas ettiği din buydu. Fakat çok geçmeden insanların vicdanlarından koparılarak insanları dünyası dışında bir tanım haline getirildi. İşte Hz. Muhammed'in dinine karşı olan din bu temel üzerine bina edildi.
Bu arada son zamanlarda "deizm ve ateizm" tartışmaları yeniden moda haline geldi. Senin gibi düşünmeyen insanlara bu yaftayı yapıştırıp aforoz etmek de... Gerçi bu iki terimi modaya uymak için de zikredenlerin sayısı az değil. Fakat bu konuya şöyle bir soru getirmek gerekir "Pratik deizm ya da ateizm nedir" diye. Cevap: Allah yokmuş gibi konuşmak, Allah yokmuş gibi davranmaktır vesselam... Eylemin seni mümin yapmıyorsa söylemin de yapamaz...
[1] Müsned, Ahmed bin Hanbel, III, 135.
[2] "Zani mü'min olarak zina etmez, hırsız mü'min olarak hırsızlık yapmaz, mü'min olarak içki içmez" hadisi için bkz. Sahih-i Buharî, Esribe, 1.
[3] Bkz. Kaf Suresi.
Yorumlar