Müslümanca Öznelliğin Emanet Ve Ehliyet Sorunu

İnsanların vahye muhatap olmaları bakımından, kabul edenler ve kabul etmeyenler olarak ana hatlarıyla ayrışmaları, hem insana verilmiş bir hak ve hem de insan olmanın bir gereği olarak tabii bir duruma işaret eder. İnsanın her konu ve olguda olduğu gibi, vahiyle indirilen mesajları kabul edip etmemesi de haddi zatında bir emek vermeyi gerektirir.

Müslümanca Öznelliğin Emanet Ve Ehliyet Sorunu

İnsanların vahye muhatap olmaları bakımından, kabul edenler ve kabul etmeyenler olarak ana hatlarıyla ayrışmaları, hem insana verilmiş bir hak ve hem de insan olmanın bir gereği olarak tabii bir duruma işaret eder. İnsanın her konu ve olguda olduğu gibi, vahiyle indirilen mesajları kabul edip etmemesi de haddi zatında bir emek vermeyi gerektirir.

Kur'an'i Hayat Dergisi

Muhatap olmanın esası hitap etmektir. Hitap etmek ise genelde söz ve davranışla gerçekleşmektedir. Söz ve davranış şeklinde gerçeklik kazanan bu hitap etme eylemi, fabrikasyon bir ürün gibi basmakalıp değildir. İnsan bir söz söylerken veya bir davranış sergilerken bir amaç ve maksatla söz söyler ve davranışta bulunur. Her insanın sahip olduğu amaç ve maksat, hayata verdiği ‘değer’le paralellik arz eder. İnsanın hayata verdiği değer ise insanın anlam dünyasını oluşturur. İnsan bütün söz ve davranışlarını sahip olduğu anlam dünyasına göre şekillendirir. Bir bakıma insan demek, bir anlam dünyasına sahip olmak demektir. Bir anlam dünyası olmayan insan, bir amaç ve maksatla yaşamayan insan, insan olma konum ve zeminini de kaybetmiş olur. İnsan her daim insanlık konum ve zemini üzerinde bir o yana bir bu yana yalpalamak suretiyle yaşar.

Bütün bir mülk Allah’a aittir. O, her şeyi görür, işitir ve bilir; mutlak güç ve tasarruf sahibidir. Sonsuz ve tarifsiz mükemmelliklerin sahibi Allah, indirdiği vahiyle insana hitap ediyor ve böylece insanı muhatap alıyor. Akıl ve irade sahibi insanın söz konusu bu muhatap olma durumunu anlamak gibi bir yükümlülüğü vardır. Nasıl ki gündelik yaşamın doğallığı içinde yaşanan muhatap olma durumlarında bile doğru bir anlama gayretini göstermek gerekiyorsa, vahiy gibi olağanüstü bir yolla insanın muhatap kılındığı olgusal bir hakikat için de daha bir dikkat, heyecan ve hassasiyetle doğru bir şekilde anlama gayretinin gösterilmesi gerekir.

İnsanların vahye muhatap olmaları bakımından, kabul edenler ve kabul etmeyenler olarak ana hatlarıyla ayrışmaları, hem insana verilmiş bir hak ve hem de insan olmanın bir gereği olarak tabii bir duruma işaret eder. İnsanın her konu ve olguda olduğu gibi, vahiyle indirilen mesajları kabul edip etmemesi de haddi zatında bir emek vermeyi gerektirir. Verilen bu emek insanı özgün ve özerk yapan öznelliğinin bir gereğidir. Her insanın bir özne olarak kendine özgü yapısı, insan olma ve insan kalma imkânını oluşturur. İnsan olarak kalmayı başaran insanlar, kabul ettiklerini de kabul etmediklerini de bir kanıt ve gerekçeye dayandırır. Aksi takdirde insan olma durum ve konumlarını muhafaza etmeleri mümkün olmaz. Malumdur ki akıl ve iradesi olmayan varlıkların eylemselliğinde herhangi bir kanıt ve gerekçe aranmaz. Sahip olunan akıl ve iradeye rağmen kanıt ve gerekçesiz bir eylemsellik, insanı insan olma sınırlarından çıkararak bayağılaştırır.

İnsan eylemselliğini oluşturan gerekçelerin doğru bilgi ile ilişkisinin dikkatten kaçmaması önemlidir. Doğru bilgi doğru eylemin, doğru eylem de hak ve adaletin tecelligâhıdır. Böylesi varoluşsal öneme sahip bir durumu insan öznelliği ile bağdaştırmak nasıl mümkün olacak? Bu soru bağlamında şunlar söylenebilir: İnsanın dünya hayatının bir sınavdan ibaret olması, insanın sahip olduğu öznellikle ilgilidir. İnsanın gördüğü, karşılaştığı ve muhatap olduğu bütün varlıksal değerler hakkında sahip olduğu/olacağı yargıların sorumluluğunun izahı öznellik kapsamında yer alır. Neticede insanlar tarafından onaylanma veya onaylanmama endişesi taşımadan herhangi bir değer veya değerlendirme biçimi öznelliğin işleviyle ilgili bir durumdur. Yani insan için tercih konusu olan bütün maddi ve manevi seçeneklere karşı takınılan tutum ve davranışlar insanın sahip olduğu öznellikten kaynaklanmaktadır. 

Değerler ile öznellik arasında sıkı bir ilişki vardır. Her insan hangi değerleri kabul etmiş ve hangi değerleri ölçü olarak almışsa, öznelliğini de o değerler oluşturmuş demektir. Çünkü her insan kabul ettiği değerlerle bir kişilik sahibi olur. Kişilik sahibi olmak, yapıp ettiklerini bazı sınırlar/ölçüler dâhilinde yapmak anlamına gelir. İnsan için sahip olunan sınırları “katı” sınırlar ve “akışkan” sınırlar olarak adlandırmak mümkündür. Katı sınırları, insanın asla ve kat’a taviz vermeyeceği ilkeler olarak niteleyebiliriz. İnsanın katı sınırları bir bakıma insanın hayatının üzerine inşa edildiği sarsılmaz sütunlar gibidir. Öyle ki bu sütunlardan biri veya birkaç tanesi yıkıldığı zaman insanın hayatı da yıkılmış olur. İnsan için akışkan olarak nitelenebilecek sınırları ise durum ve şartlara göre değişen sınırlar olarak niteleyebiliriz. Bu akışkan sınırlar, ana esaslar niteliğindeki ilkelere aykırı olmayıp destekleyici mahiyetteki sınırları teşkil eder. İnsanların içtihat ve yorumlarıyla kendi öznelliklerini ifade ettiği sınırlar, genelde akışkan sınırlar olmuştur.

Kur’an, müslümanca öznelliğin en önemli, en sahih ve en sarsılmaz kaynağıdır. Müslüman nitelemesini kabul eden bir kimse, zımnen şunu demiş olmaktadır: “Ben Kur’an’ı okudum. Kur’an’daki mesajlar üzerinde düşündüm. Günümüz dünyasındaki fikir, düşünce ve inanç yapılarıyla karşılaştırdım. Benim için sağlam bir kişilik ve anlamlı bir yaşamın olanaklarını Kur’an mesajları vermektedir. Varoluşsal manada hakikatin temsili ancak Kur’an’la mümkün olur. Hz. Peygamberin tabir caizse yirmi üç yıllık toplumsal atölye işçiliği, yürütülecek faaliyetlerle ilgili yer ve zamana göre farklı yol ve yöntemleri gösteren bir rehberlik faaliyetidir…”

Kur’an bütün insanlara seslenmesine rağmen temel muhatabı fert olarak insandır. Kur’an, adeta bütün zaman ve mekânları ortadan kaldırır, kişiyi söz konusu ettiği olay ve olguların içine çeker, aynı yanlışlara karşı uyanık bir bilince davet eder. Aslında kişilerden çok zihniyetleri masaya yatırır ve yaptığı arkeolojik kazıları da zihinsel yapılar üzerinden gerçekleştirir. Özellikle Müslümanın zihinsel yapısının kavramsal düzeyde sağlam inşasının önemini birinci dereceden sorun olarak görür. Çünkü insan zihinsel olarak değişmedikçe yaşamsal olarak da değişmez. Mekke’deki on üç yıllık mücadelede yapılan bundan başka bir şey değildi. Birer köle olarak hayat sürdükleri zamanlarda hiçbir varlık değeri olmayan kimselerin Müslüman olduktan sonra göstermiş oldukları direnişle yeniden hayata doğmaları, zihinsel yapılardaki kavramsal yeniden inşanın bir sonucudur.

Müslümanca öznellikte en temel değeri tevhid oluşturmaktadır. Tevhid hem bütün boyutlarıyla hayatı kapsayan ve hem de bütün varlık âlemini kapsayan en temel değerdir. Aslında tevhid hakkın temsil ve tesliminden ibarettir. Hakkı temsil ve teslim etmede en önemli başlangıç noktasını Allah’ın hakkını teslim etmek oluşturur. Çünkü Allah, varlık adına her ne varsa bütün her şeyin yegâne ve mutlak sahibidir. Onun için mutlak tasarruf da O’nun hakkıdır. Öyle ise Allah’tan başka ilah kabul etmek, Allah’a yapılabilecek en büyük haksızlık olduğu için, O’ndan başka ilah kabul etmemek, Allah’ın hakkını teslim etmek demektir. Bu temel hükmün bir gereği olarak, Allah’ın insana indirdiği her türlü ölçü ve sınıra riayet etmek, yerine getirilmesi gereken bir sorumluluk olmaktadır. Kur’an, Allah’ın ölçü ve sınırlarını bildirdiği için, en çok müracaat edilmesi gereken kaynak da Kur’an olmalıdır. Müslümanların yaşadıkları sorunların ekseriyetini, Kur’an’ı hayatın dışına çıkaran yaklaşımlardan kaynaklandığına şüphe yoktur. Müslümanca öznelliği oluşturan en temel karakteristik özelliğin, Kur’an’ı hayat içinde tutmaktan ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Ancak böyle yapıldığı zaman hem Allah’ın hakkı teslim edilmiş hem de hakkın temsili imkân dâhiline girmiş olur.

Müslümanca öznelliğin gereğini oluşturan teslimiyet ve temsiliyet, her zaman ve her mekânda, her konum ve her makamda, her düşünce ve her eylemde kendisini göstermesi, omuzlara yüklenmiş bir emanettir. Bu emanetin ağır bir emanet olduğundan şüphe yoktur. Öyle ki dağların yapısı bile bu emaneti yüklenecek dayanıklılığa sahip değildir. Fakat insanın bu emaneti yüklenebilecek yapıda olması çok ilginçtir. Çünkü maddi tarafıyla var olan zayıflık ve kırılganlık ne kadar dikkat çekici ise de manevi yönüyle var olan direnç ve sağlamlık da o kadar dikkat çekicidir. İnsanın yüklendiği emanet için en büyük riski, insanın her zaman içine düşme ihtimalinin olduğu gaflet ve cehalet oluşturmaktadır. Bu gaflet ve cehalet tehlikesine karşı alınabilecek tedbirlerin en önemlisi uyanık ve diri bir bilince sahip olmaktır. Uyanık ve diri bir bilinç için de şekli ve lâfzî olanın tasallutundan kurtulmak gerekir. Bu hususla ilgili olarak yapıla gelen her türlü eylemin, anlamsal bağlamı içinde olması önemlidir.   

Kur’an’ın dördüncü suresi olan Nisa Suresi’nin elli sekizinci ayetinde, toplumsal hayattaki söz ve davranışları oluşturan muhatap olmalarla ilgili olarak, kapsamlı bir temsiliyet ve teslimiyetin resmi çizilmektedir. “Muhakkak Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verme konumunda bulunduğunuz vakit adaletle hükmetmenizi emreder: Allah’ın size yapılmasını öğütlediği bu şey, mahza bir güzellik ve ikramdır: Unutmayın ki Allah her şeyi işitir ve görür.” Bu ayetle ortaya atılan hususlara baktığımızda şunları görürüz: Allah, insan hayatı için birer ilke olacak üç nitelikten söz ediyor. Bunlar emanet, ehliyet ve adalettir. Bu nitelikler, insanın kişilik yapılanmasına yönelik olan niteliklerdir. Müslüman olmayı yaptığı araştırma, soruşturma ve tetkiklerden sonra kabul etmiş her insanın, bu üç niteliğe sahip olması varlığının en önemli belirtisidir. Çünkü Müslüman tevhidi kabul etmekle Allah’a teslimiyetin, emanet, ehliyet ve adaleti birer nitelik olarak yaşamakla da temsiliyetin timsali olduğunu bilir. İşte biz buna, tabir caizse insanın öznel yapısını oluşturan “fabrika ayarları” veya “ilahi format” diyoruz.

Emanet kavramı insanın istikametine etki eden en önemli kavramlardan birisidir. İnsanın tasarrufta bulunduğu her ne varsa emanetin de kapsam alanında bulunur. Şimdi burada tasarruf edebilme imkân ve yetkisinin insanın kendisinden mi yoksa başka yerlerden mi kaynaklandığı konusu yolların ayrılış noktasını oluşturur. Tasarruf etme imkân ve yetkisinin insandan kaynaklandığını söylemek için, insanın tasarrufta bulunduğu durumlara egemen olması gerekir. İnsan her neye egemen ise onu tasarruf etme hakkına da sahip olur. Bu yargıyı doğru kabul ettiğimiz zaman şu soruları da yanıtlamamız icap eder: İnsanın egemen olabildiği herhangi bir şey var mıdır? Örneğin soluduğu havaya, bastığı toprağa, günbegün kayıp giden zamana egemen midir? Giydiği elbiseye, yediği yemeğe, kullandığı kaleme egemen midir? Böyle böyle her neyi dile getirirsek getirelim, insanın mutlak manada egemen olduğu hiçbir şeyin olmadığını görebiliriz. O zaman şunu demekte bir sakınca olmasa gerektir: İnsan, kendisi de dâhil olmak üzere, hiçbir şey üzerinde mutlak bir tasarruf hak ve yetkisine sahip değildir. Öyle ise şehadet ettiğimiz bütün bir varlık âlemindeki her şeyin insan için emanet olarak görülmesi gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. İnsan, elinde bulundurduklarını emanet olarak kabul ettiği zaman, söz konusu bu kabulün doğal bir sonucu olarak, bu emanetlerle ilgili bir hesaplaşmanın da olacağını kabul edecektir: Neyi, nerede ve nasıl kullanmıştır? Varlığa karşı nasıl bir duruşa sahip olmuştur? Her şeyden önemlisi de bütün bir varlığın gerçek Sahibine karşı kendisini nasıl konumlandırmıştır? Detaylı bir sorgulamayla hesaba çekilmek emanetçi konumundaki insan için garipsenecek bir durum değildir.

Müslümanca öznelliğe göre hayal etmek de dâhil bütün duygu, düşünce ve eylemlerde emanet hassasiyetinden gafil olmamak gerekir. Bu hassasiyetin en doğal sonucu bütün varlıklarla sürdürülen ilişkilerin, sahip oldukları fıtrat üzerinden sürdürülmesidir. Misal olarak nasıl ki insana hayvan gibi muamele etmek yanlış ise hayvana da insan gibi muamele etmek yanlıştır. İnsanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ise insanların sahip oldukları statü değil, sahip oldukları yetkinlik düzeyini anlatan ehliyet ve liyakat üzerinden muamele yapılmalıdır. Bir Müslümanın yapamayacağı şeye talip olması bir bakıma kendisiyle çelişmesidir.

Müslüman toplumdaki arz ve talep ilişkisinin dinamiği, daha çok kazanmak ve daha çok sahip olmak değildir. Müslüman toplumdaki arz ve talep ilişkisinin dinamiğini Allah’ın hoşnutluğu oluşturur. Onun içindir ki, Müslümanca bir işleyişe sahip olan toplumsal çarkın istikameti Allah’ın hoşnutluğu ekseninde olur. Dolayısıyla bu şekilde toplumsal yapıyı tahrip edecek olan ihtirasların da önü kesilmiş olur. Bütün bunların gerçekleşme koşulu ise müslümanca bir öznelliğe sahip olmaktır. Müslümanca bir öznelliğe sahip olmayan Müslümanlar her zaman birileri tarafından her türlü istismarın nesnesi olmaya açık hale gelirler. Bu manada mistik ve ezoterik içeriğe sahip mitler üzerinden yapılan istismarın, “emeği az getirisi çok” olan bir istismar türü olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. 

Hayat bir emanettir. Hayatın içindekiler birer emanettir. Hayatı söz ve davranışlarıyla bizatihi tecrübe edenler de birer emanettir. İnsan istese de istemese de bu emanetler gerçek sahibine tevdi edilecektir. Bütün bu hakikatlere rağmen insanın ilahlaşma sevdasını nasıl anlamak gerekiyor? İnsan mizanını kaybediyor. İnsanın doğuştan getirdiği mizanı olan fıtratı bozuluyor önce. Yani tabir caizse su kaynağından bulanmaya başlayınca hangi arıtma cihazını kullanırsan kullan çare olmuyor. O zaman da duruluğunu yitirmiş su her neye temas ediyorsa onu kirletiyor. Önce suyun kaynağındaki bulanıklığa çare bulunmalıdır ki su hayat versin. Bu suyun kaynağı insanın öznelliğidir. Her insan öznelliği içinde özerk kılınmıştır. İnsan, Allah’a yönelmek suretiyle bütün bulanıklıklardan kurtulabilir. Bu yönelme eyleminin en önemli aracını akıl oluşturmaktadır. İnsan aklını kullanmadıkça, kendi iradesiyle bilinçli olarak yapıp ettiklerine karar vermedikçe Allah’a yönelemez. Birilerinin insana yön tayin ederek insanı kurulmuş saat gibi yönlendirmesiyle istikamet sahibi olunmaz. Burada insanın sarf etmesi gereken emek, insanın bizatihi kendisinden kaynaklanmalıdır. Allah’ın değer verdiği ve değerlendirmeye aldığı da insanın kendi emeği ile olandan başkası olmayacaktır.

“Emanetleri ehline veriniz” ilahi buyruğunu yerine getirecek kimseler, hem emaneti hem de emanetin verileceği ehil kimseleri tanımazsa, emaneti ehline nasıl verecektir? Allah’ı bütün emanetlerin gerçek sahibi olarak bilmeyen kimse(ler) toplumsal ilişkilerde emaneti ehline verebilir mi? Emanetleri ehline veremeyenler hükmetme imkânına sahip olduklarında, adaletli bir şekilde hükmedebilir mi? Hele hele Allah’ın emir ve yasaklarını dillerine dolamak suretiyle araçsallaştırma ahlaksızlığı içinde olanlara karşı bilinç körlüğüyle malul kimselerin doğru bir şekilde yol almaları mümkün mü? Bütün bu sorularla işaret edilen sorun, öznel algılayış eksikliğidir. Öncelikle her Müslüman kendi öznel algılayışına sahip olmalıdır. Bir diğer husus hiç kimsenin kendi öznel algılayışını bir başkası üzerinde mutlak hakikat olarak dayatmada bulunmamasıdır. Tarihte iz bırakan insanların en belirgin vasfı kendi öznelliklerini oluşturarak karar verme cesaretine sahip olmalarıdır. Hiç şüphesiz Müslümanın müslümanca öznelliğini Kur’ani değerler oluşturur. Bu demektir ki Müslüman, Kur’an’ın oluşturduğu anlam dünyasında kararlı bir şekilde hareket etmekte hiçbir tereddüt etmez.

Burada müslümanca öznellik tabiriyle bir hususa dikkat çekmeye çalışıyoruz. Bir sınav mahalli olan bu dünyada herkes kendi sınavını veriyor. Kimse kimsenin sınavını veremez. İnsanlar kendi sınavlarını kendi öznel yapıları doğrultusunda verirler. Bu demektir ki herkes kendi elleriyle ne kadar emek harcadıysa onun karşılığını görecektir. Zaten insanın kaderi dediğimiz şey de bu değil midir? İşte bu genel geçer durumların izah ettiği yoldan Müslümanlar şaştılar. Tembellik yapıp çalışmadılar. Araştırma ve soruşturma yaparak tetkiklerde bulunacakları yerde, taklit gibi kolay ve köreltici yollara saptılar. Bu şekilde tarihin dışında kaldılar. Bu durum en azından yedi yüz senelik bir geçmişi içine almaktadır. Bu adlandırılması zor olan bir kopuştur. Neden adlandırılması zor olan bir kopuştur? Çünkü öyle bir kitaba sahibiz ki aklını kullanmayı, tefekkür etmeyi, düşünmeyi dile getiren onca ayete rağmen bu kopuş gerçekleşmiştir. Aslında olumsuz anlamda bunu büyük bir başarı öyküsü olarak da adlandırabiliriz. Yapılması gerekenin çok da zor olduğunu düşünmüyorum. Allah için kendimize gelmeliyiz. Kulaklarımızın pasını silerek ne dediğimizi işitmeliyiz. Öznelliğimizi gözden geçirmeliyiz. Biz kendimiz miyiz yoksa başkası mıyız? Sözlerimizin ne anlama geldiğini ve fiillerimizle bir uyum içinde olup olmadığını muhasebe etmeliyiz. Emaneti bilmeyi, ehil olanlara vermeyi ve adaleti elden bırakmamayı ancak bu aşamadan sonra başarabiliriz. Hiç şüphesiz böylesi bir başarının beraberinde getireceği güzellik ve ikramların, selam yurdu için yapı taşları olacağından emin olabiliriz. Üzülerek belirteyim ki bu güne kadarki en büyük paradoksumuz, emin olduğumuzu söylediklerimizden emin olmamaktır.

 

“Her insanın bir özne olarak kendine özgü yapısı, insan olma ve insan kalma imkânını oluşturur. İnsan olarak kalmayı başaran insanlar, kabul ettiklerini de kabul etmediklerini de bir kanıt ve gerekçeye dayandırır.”

“İnsan eylemselliğini oluşturan gerekçelerin doğru bilgi ile ilişkisinin dikkatten kaçmaması önemlidir. Doğru bilgi doğru eylemin, doğru eylem de hak ve adaletin tecelligâhıdır.”

“Her insan hangi değerleri kabul etmiş ve hangi değerleri ölçü olarak almışsa, öznelliğini de o değerler oluşturmuş demektir.”

“Kur’an, müslümanca öznelliğin en önemli, en sahih ve en sarsılmaz kaynağıdır.”

“Müslümanca öznellikte en temel değeri tevhid oluşturmaktadır. Tevhid hem bütün boyutlarıyla hayatı kapsayan ve hem de bütün varlık âlemini kapsayan en temel değerdir. Aslında tevhid hakkın temsil ve tesliminden ibarettir.”

“Müslümanca öznelliği oluşturan en temel karakteristik özelliğin, Kur’an’ı hayat içinde tutmaktan ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Ancak böyle yapıldığı zaman hem Allah’ın hakkı teslim edilmiş hem de hakkın temsili imkân dâhiline girmiş olur.”

“Müslümanca öznelliğe göre hayal etmek de dâhil bütün duygu, düşünce ve eylemlerde emanet hassasiyetinden gafil olmamak gerekir.”

 

Kur'an'i Hayat Dergisi
Kur'an'i Hayat Dergisi

Bu sayfa, Kur'ani Hayat Dergisi'nin resmi sayfasıdır. Dergiyi tanıtma amacıyla kurulmuştur.

Yorumlar