İnsanlar sevdikleri, içinde bulundukları ve ait oldukları parti, grup, cemaat ve etnisite hakkında ortaya çıkan hataları görmezden gelme eğilimine sahipken, kendini yakın hissetmediği öteki parti grup, cemaat ve etnik gruplar hakkındaki iyi özellikleri görmezden gelir. Bu durum adil yaklaşımı engelleyen en önemli faktördür. Kur'an bizi yakınlarımızın aleyhine bile olsa adaletten sapmamamızı öğütler.
Kur'an'i Hayat Dergisi
“Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar.” (Şûrâ/38)
“Allah'tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” (Al-i İmran/ 159)
Siyasal anlamda “İslam’da yönetim biçimi nedir?”, “belirlenmiş bir devlet sistemi ve rejimi var mı?” gibi sorular İslam siyaset ilişkilerinin temelini oluşturan sorular olmuştur. Bu soruları İslam’ın temel kaynağı ve Hz. Peygamberin uygulamalarında aradığımızda, belirli bir devlet modelini önermediğini, bunun yerine yönetimde uyulması gereken ahlaki kurallar üzerinde durduğunu görüyoruz. İşte “şûrâ” bunlardan biridir.
İslam siyaset teorisini oluşturan temel kavramlardan biri olan ‘şûrâ’nın ne anlama geldiği üzerinde durmak gerekir. “Sözlükte “danışma, görüş alışverişinde bulunma, danışan kimseye fikrini söyleyip onu yönlendirme” anlamındaki şûrâ fıkıh doktrininde terim tanımı yapılmamış olmakla birlikte İslami literatürde yöneticilerin ve özellikle devlet başkanının görev alanlarına giren işler hakkında ilgililere danışıp onların eğilimlerini göz önünde bulundurmasını ifade eder.”(1)
Hz. Peygamberin pratik uygulamaları şûrânın gereği olan istişarenin nasıl ve ne şekilde yapılacağı hakkında bize eşiz uygulamalar bir miras bırakmıştır. Ancak bu tarihsel miras, dört halife devrinin sona ermesinden itibaren, Muaviye’nin bilinen baskı ve şiddet yöntemleriyle iktidara gelmesinden itibaren tümüyle terk edilmiş, sultanlık devri başlamıştır.
Hz. Peygamber vefat ettiğinde onun yerine kimin vekalet edeceği ve nasıl seçileceği sorusu İslam tarihinin ilk krizini oluşturmuştur. Bu durumda cevaplanması gereken şu sorular ortaya çıkmıştır:
1-Yönetici kim olacak?
2- Kim adına yönetecek?
3- Hangi yöntemle seçilecek?
4- Görev süresi ne olacak?
5- Nasıl denetlenecek?
Kuşkusuz bu sorular bugün de sorulan sorulardır. Öyle görülüyor ki, Kur’an ve Sünnet bağlamında bu soruların kesin ve belirlenmiş cevapları olmayıp, ahlaki ilkeler belirlenmiş ve sorun içtihat alanına bırakılmıştır. Nitekim ilk dört halifenin seçiminde uygulanan farklı yöntemler de bu konuda belirmenmiş bir yöntemin olmadığını göstermektedir. Bu anlamda Şiilerin İmamet’in Kur’an’da belirlendiği ve Hz. Ali’nin işaret edildiği anlamındaki Şia İmamet anlayışı da, Hz. Peygamber’in Hz. Ebubekir’i işaret ettiği anlayışı da kesinlik ifade etmediği gibi doğru da değildir. Kesin olan Hz. Peygamberin bu konuda kesin bir tasarrufunun olmadığı ve bu konuyu ümmetin tecrübesine bıraktığıdır. İddia edildiği gibi Kur’an’da açık bir ifade olsa ya da Hz. Peygamberin kendisinden sonra kimin yönetici olacağı konusunda bir tavsiyesi olsa, Hz. Ebubekir’in seçimi konusunda yaşanan tartışmalar anlamsız olurdu.
Sünni ve Şii kelamcıların söylediğinin aksine ne Kuran ne de Hz. Peygamber'in uygulamasında kimin halife olacağına dönük bir hüküm ve öneri yoktur. Benim okumalarımdan anladığım, bu tür rivayetler her iki taraftan da karşılıklı olarak uydurulmuştur.
Açık olan şu ki kimin yöneteceği ve hangi yöntemle seçileceği konusu ümmetin içtihadına bırakılmıştır. Bu konuda Hz. Ali ya da Hz. Ebubekir'i açıkça işaret eden hiçbir ayet ve hadis yoktur. Zaten uygulamalar da bunu göstermektedir. İmamet de hilafet de dinin aslından olmayan tarihsel uygulamalardır. İmamların masumluğu ise hiçbir şekilde savunulamaz.
Masumluk sadece dinin konularda Hz. Peygambere aittir. Emevi saltanat teorisi de Şii İmamet mitolojisi de savunulamaz. Emevi despotizmi üzerine sahih bir din inşa edilemez; aynı şekilde 12 İmam yanılmazlığını esas alan mitoloji üzerine de sahih bir din inşa edilemez. İmamet de hilafet de tarihsel ve siyasal kodlardır. Asla dinin aslından değildirler. Tarihsel bir duruma cevaptır ve yenilenmelidir. Fanatik Şia ve Sünni fanatizmi aşılmadıkça, bu iki ekol de İslam’ı kendi tarihsel kodları üzerinden okumakta ısrar ettikçe bir yere varmak mümkün değildir.
“Sünni saltanat ideolojisi ve Şia imamet mitolojisi” kavramsallaştırması Cabiri’ye aittir. Cabiri'ye göre bu iki modelde tarihsel bir duruma cevaptır. İslam adına üretilen bu iki modelde geçmişte kaldı. Çünkü dinin özüne ait bir mesele değildi. Hz. Peygamber vefat ettikten sonra, ümmetin içtihadına bırakılmış bir mesele karşısında üretilen entelektüel bir cevaptı. Günümüzde ikisi de aşılmalıdır. Bu modellerin saltanat rejimleriyle uzlaşmak için gösterdikleri çabayı, günümüz Müslümanları, bu rejimlerden çok daha ileri bir model olan demokrasi konusunda niye göstermesinler. Kaldı ki, Cabiri haklı olarak bu modellerin aşılması gerektiğini savunuyor. İslam’a göre yöneticinin seçimi, süresi, devletin modeli içtihat alanına bırakılmıştır.
Öyle görülüyor ki, Şii imamet anlayışı da Sünni hilafet teorisi de Kur’an ve Sünnet’in belirlediği modeller değil, İslam siyasal tecrübesinin ürettiği modellerdir. Bu üretimde hiç kuşkusuz Arap ve İranlıların tarihsel tecrübesi belirleyici olmuştur.
Şûrâ ve istişare konusunda yol gösterici uygulamalar Hz. Peygamberin uygulamalarında bütün açıklığı ile ortaya konmuştur. Bu konuda siyasal anlamda rehber edineceğimiz uygulamalar Hz. Peygamber’in henüz Peygamber olmadığı dönemde katıldığı “Hılfu’l Fudul” (Erdemliler İttifakı) ve özellikle Medine’ye hicretten sonra uygulamaya koyduğu “Medine Vesikasıdır”. Hz. Peygamber özellikle Medine Vesikasının oluşturulmasında ve uygulamasında siyasal istişarenin eşsiz örneğini vermiştir. Vesikanın oluşumuna taraf olan bütün toplulukların görüşü alınarak oluşturulmuş siyasal bir metindir.
İstişare bir kişi, topluluk ya da kurumun ilgili konu hakkındaki görüşünü almak için yapılan iştir. Burada karşı taraftan fikir almanın yanı sıra; ona danışmak, eleştirisini dinlemek ve çözümünü sormak da yapılacak eylemler içerisinde yer almaktadır. Hz. Peygamber, çerçevesini vahyin belirlemediği konularda etrafındakilerle diana istişarelerde bulunmuştur. Bunlardan en önemlilerinden biri Bedir Savaşında ele geçirilen esirlere ne yapılacağı konusunda ortaya çıkmıştır. Bu konuyu arkadaşlarıyla istişare etmiş ve kendi düşündüğünün aksine şûrâ sonucu alınan karara uymuş ve fidye karşılığında esirler serbest bırakılmıştır. Benzer şekilde Hendek Savaşında şehrin nasıl savunulması gerektiği yolunda yapılan müzakerelerde Hz. Peygamber, istişare yapmış ve şûrâ sonucu ortaya çıkan karar uymuş, şehrin etrafına hendek kazılarak savunma yapılmıştır. Tarihçi İbn Hişam’ın verdiği bilgilere göre, Hz. Peygamber, Bedir kuyularının konumunu herkesten iyi bilen ve savaş yerinin tespiti konusunda son derece tecrübeli olan Hubab b. Münzir’in önerilerini dikkate almış ve onun önerdiği yeri tercih etmiştir. Bir diğer İstişare örneği de Hendek savaşında yaşanmıştır. Hz. Peygamber, Selman-ı Farisi ile yaptığı istişare savaş kararı alınırken bile istişare edildiğini göstermektedir. Selman-ı Farisî Medine’nin çevresine hendek kazılmasının uygun olacağını ifade ederek kendi kavmi olan Farisilerin bu yöntemden faydalandığını, bir şehri kuşattıklarında etrafına hendek kazdıklarını söyledi. Selman-ı Farisî’nin bu görüşü isabetli bulundu. Hz. Peygamber, hendek kazılmasını emretti, kendisi de hendeğin kazılmasında çalıştı.(2)
Uhud Savaşının şehrin dışında olmasının kararı da şûrâ ile alınmıştır. Hz. Peygamber Taif seferi, ifk olayı, ezanın belirlenmesi gibi konularda da istişare yapmıştır. Hz. Peygamberin yanında kalan ve çok sayıda hadis rivayet eden Ebu Hureyre de hayatında Hz. Peygamberden daha çok yakınlarına danışan bir kişi görmediğini söylemiştir.
Öyle görülüyor ki Hz. Peygamber, vahyin hüküm vermediği sosyal konularda sürekli kolektif aklı devreye sokmuştur. Ortak akıldan yararlanma konusunda Al-i İmran suresinin 159. ayetinde ise peygamberimize hitaben önemli bir ilke koyar; "...iş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever."
Seyyid Kutub, "Onların işleri aralarında danışma iledir." Ayetini tefsir ederken şu ifadelere yer vermektedir: “İfade onların her meselelerini aralarında danışarak çözüme bağladıklarını belirtiyor. Böylece tüm hayatlarını şûrâ boyası ile boyuyor. Daha önce de söylediğimiz gibi bu ayet, bir İslam devleti kurulmadan önce Mekke'de inmiştir. Şu hâlde bu nitelik Müslümanların hayatında devlet düzeninden daha kapsamlıdır. Ve bu, bilinen anlamı ile bir devlet henüz kurulmamış olsa bile her durumda Müslüman cemaatin temel bir niteliğidir, karakteristik özelliğidir.
Gerçekte İslam’da devlet, cemaatin ve onun kendine özgü niteliklerinin doğal sonucundan başka bir şey değildir. Cemaat devleti özünde barındırır ve İslam hayat sistemini yürürlüğe koymak, onu fert ve toplum hayatına egemen kılmak üzere devletin fonksiyonunu yerine getirir.
Bu yüzden şûrâ ilkesi cemaat içinde ilk dönemlerde yürürlüğe girmiş ve bu ilke devlet ve devlet işlerini yürütmekten daha geniş ve daha kapsamlı olarak algılanmıştı. Şûrâ İslami hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanlığa önderlik etmek üzere seçilen cemaatin ayırıcı özelliğidir, önderlik görevinin en gerekli, en kaçınılmaz niteliğidir.”(3)
Hz. Peygamber, “Müslümanların fikrini almadan ‘emir’ tayin etseydim İbn Ümmü Abdi/Abdullah b. Mesud’u tayin ederdim.” (Tirmizi, Menakıb, 38.) “İstişare edilen kişi, kendisine güvenilen kişidir.” (Tirmizi, Edep, 57; Ebu Davud, Edeb, 114; İbn Mace, Edeb, 37.) “Sizden, üzerine mesuliyet yüklenen bir kimse için Allah hayır murat ederse ona ‘Salih’ bir vezir nasip eder de unuttuğu şeyleri hatırlatır, hatırladığı şeylerde de yardımcı olur.” (Ebu Davud, Harac, 4.) buyurarak istişarenin önemini vurgulamıştır.
Şûrâ ve istişarenin olmadığı, kararların tek elden alındığı yönetimlerde nepotizmin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bir memurun ideolojisi, mezhebi, dünya görüşü, cemaati, tarikatı, partisi, başı örtülü ya da açık olması değil; işinin ehli ve yaptığı görevdeki yetkinliğidir asıl olan. Adalet, hak edenin dinine, mezhebine, siyasal görüşüne, cemaatine bakmaksızın hakkını vermek erdemidir.
Liyakatin değil, nepotizmin geçerli olduğu toplumlarda bürokratlar, kışkırtılan arzularının peşinden koşar. Bir göreve atanan bürokratın yükselme iştahı, onu, kendini gösterecek projeler üretmeye ve bu yolla kendini gösterme yerine tanıdıklarını devreye sokmaya itmektedir. Bu istek, gösterisçi ama içeriksiz, yapmacık davranışlara yönelmekle sonuçlanır. İsteğini doyurmak için alttaki bürokratları canından bezdirir. İnsanlar proje üretme kompleksinden aslı görevlerini yapamaz hale gelir. Bu sistemde işini iyi yapan değil, reklamını iyi yapan ama verimsiz müdürler öne çıkar. Gösterişçi bürokrat, bizzat kendini beğendirmek istediği kişiler tarafından cezalandırılır.
Bir insan namaz, oruç, hac gibi ibadetleriyle kendine alan açamaz. Ancak dinin adalet, eşitlik, yalan söylememek, dürüst olmak, yetimlere yardım etmek, mazlumu korumak, zalimce karşı çıkmak gibi değerlerle kendine alan açabilir, bu değerlerin öncülüğünü yapabilir. Toplumu bilinçlendirip önderlik edebilir.
İdeal insan ise Kur'an'ın bütün değerlerini kedi şenliğinde yasayabilmektir.
Dünya ve ahirette kurtuluşa erenler onlardır. Dini reddedenlerin ya da dini istismar edenlerin kurtuluşa erme imkânı yoktur.
Memur alırken bir yeterlilik sınavı yapılır ve terör örgütleriyle bağlantısı olmayan kişileri memur yapar. Sınavı kazananın Alevi, Sünni, Türk, Kürt, ateist, dindar olup olmadığına bakılmaz. Devlet bütün vatandaşları ekonomik ve güvenlik anlamında denetler. Kimin ne şekilde nasıl inanacağına karışamaz. Bu alanda yapılacak olan devletin eğitim ve diyanet üzerinden bilgilendirici olmasıdır.
Yeteneğin ve liyakatin geçerli olmadığı düzenin ahlakı da pragmatisttir. Pragmatist ahlak yapılan eylemin kendisini değil sonucunu belirleyici bir faktör olarak görür. Buna göre bir eylemin kendisi veya yapılış tarzı değil, sonuçlarıdır belirleyici olan. Sonuçta size çıkar sağlayan her eylem doğrudur. Bundan dolayı tüm zamanlar için geçerli ahlak kuralları yoktur. Ahlak kuralları sağladığı faydaya göre değişir. Bu yüzden değişmez ahlak kuralları olamaz.
Liyakatin esas olmadığı toplumlarda entelektüel tartışma yerini yok etme güdüsüne bırakır. Harici mantığın bir tezahürü de kendi mantığı dışındaki tüm anlayışları gayri meşru olarak görmesidir. Din üzerinde kurulan bir tekel varsa o da budur. İslam’a göre hiçbir beşer Tanrı adına konuşamaz, yorum yapamaz, kendi yorumunu Tanrı'nın muradı budur şeklinde yorumlayamaz. Çünkü her beşerî yorum yanılgıya açıktır, zamana karşı dayanıksızdır, tarihseldir. Değişmez olan ilahi kelamdır. Kelamdan ne anlaşılması gerektiği çerçevesinde yapılan hiçbir yorum mutlaklaştırılamaz.
Müslüman olarak bizlerin arayışı daima hak, hukuk, adalet, temel hak ve özgürlükler ekseninde olmalı. Bunları kim ya da kimler sorun ediniyorsa yerimiz onun yanıdır. Adaletsizlik kimden gelirse gelsin karşı durmak tercih değil zorunluluktur. Bizler bir Yahudi ve Müslüman anlaşmazlık yaşadığında mağdur olan Yahudiyi haklı bulan bir Peygamberin ümmetiyiz.
Liyakatin esas alınmadığı toplumda ayırımcılığın nelere yol açacağı konusunda Teoman Duralı Hocanın anısı önemlidir. "1977'de "doktor" oldum. Hemen ardından işimden oldum. Sekiz, dokuz ay işsiz kaldım. Ne yaptım? Elde avuçta para yok. Kapalıçarşıya gidip "hanutçuluğa" başladım. Doktor hanutçu oldum. O arada bir kadro geldi. Fakat başka bir hocamız oranın "kıdemlisi olduğum" halde, kadroya kendi adayını aldı. Çünkü o "hanım" ile kocası tanınmış, muteber solculardandı, bense değildim. Dokuz ay sonra nihayet bana da bir kadro lütfedildi. Ardından tekrar dil ile bilim sınavları... Girdiğim dil sınavlarının haddi hesabı yoktur."(4)
Teoman Hocanın söylediği geçmişte kalan bir mesele değil maalesef. Türkiye, aklı başında bir hukuk devleti olamadığı için nepotizm, (dayıcılık, adam kayırma, herhangi bir işe eleman alırken eş, dost, akraba, ideolojik yandaşlık, cemaat ve ideolojik aidiyetini öne çıkararak, yeteneğine ve ehliyetine bakmadan ve liyakat ilkelerini çiğneyerek öncelik tanıma) her dönemin hastalığı olarak öne çıkıyor. Bu tutum, özellikle kamuda verimsizliğe yol açtığı gibi, yetenekli kişilerinde dışarıda kalmasına sebep oluyor.
Bir kişinin yeteneğine ve liyakatine bakmaksızın dindar, Atatürkçü, sağcı, solcu, Alevi, Sünni gibi aidiyetlerine bakılarak kayırılması ve tercih edilmesi ya da cezalandırılması İslam'ın adalet ilkesine aykırıdır.
Bu tutumlar yönetimde şûrâ ilkesinin olmaması ile yakından ilgilidir. Çünkü şûrâ bir anlamda yönetimde ortak aklın egemenliğidir. Diğer yandan şûrâ, gücün tek bir elde toplanmasını önleyerek baskı yönetimi oluşmasını engeller. Sorun sistemde ise sistemi değiştirmek gerekir. Sorun sistemin yürütülmesinde görev alan insanların ehliyetsizliği ise, yerlerine liyakat sahibi insanlar atanmalıdır.
Amacımız sadece onların yerine biz olalım olmamalıdır. Onlar yeteneksiz insanları atayarak Türkiye'yi iflasın eşiğine getirmiştir. Biz de aynısını yaparsak bir farkımız kalmaz. Ne yazık ki kalmadığını görüyoruz. Amacımız adil ve özgür bir toplum hayalidir. Çabamız da bu amaca dönüktür. Biz mutlaka iktidar olmanın değil, adaleti temsil etmenin mücadelesini vermeliyiz.
İnsanlar sevdikleri, içinde bulundukları ve ait oldukları parti, grup, cemaat ve etnisite hakkında ortaya çıkan hataları görmezden gelme eğilimine sahipken, kendini yakın hissetmediği öteki parti grup, cemaat ve etnik gruplar hakkındaki iyi özellikleri görmezden gelir. Bu durum adil yaklaşımı engelleyen en önemli faktördür. Kur'an bizi yakınlarımızın aleyhine bile olsa adaletten sapmamamızı öğütler.
Yorumlar