Liyakat, Tevhid Ahlâkının Gereğidir

Gerek Allah resulü döneminde gerekse Ömer bin Hattab dönemine kadar muvahhid sahabenin hayatı liyakat tabloları ile doludur. Ne ki daha sonra bu atmosfer bozulmuş ve nepotizm bir virüs gibi Müslüman idarelerin bünyesine girmiştir. Bunun en büyük sebebi ise malum ki nesep asabiyetidir.

Liyakat, Tevhid Ahlâkının Gereğidir

Gerek Allah resulü döneminde gerekse Ömer bin Hattab dönemine kadar muvahhid sahabenin hayatı liyakat tabloları ile doludur. Ne ki daha sonra bu atmosfer bozulmuş ve nepotizm bir virüs gibi Müslüman idarelerin bünyesine girmiştir. Bunun en büyük sebebi ise malum ki nesep asabiyetidir.

Kur'an'i Hayat Dergisi

Liyakat Nedir?

Arapça, l-y-k kökünden gelen liyakat; layık olmak, yakışmak anlamlarına gelir. Arapça, “laka” anlam olarak “yakıştı” demektir. Ne ki bu yakışma, sadece biçimsel değil verilen emek ve çaba neticesinde elde edilen bir yakışma şeklidir. Bir vazifeyi, o konuda layık olan kimseye vermek dinin en temel kavramı olan adalet ile ilgilidir. Zira tevhid ve adalet, Kur’an’ın tüm maksatlarını özetleyen iki temel kavramdır. Tevhid; insan-Allah ilişkisini, adalet ise insan-mahluk ilişkisini tanzim eder. O halde liyakatten kopuş, ciddi bir meseledir. Zira adalet, mülk’ün temelidir. Liyakati sarsmak adaleti zedelemek, adaleti zedelemek ise mülk’ün en temel taşıyla oynamak demektir.

Liyakat, Varlık Sorumuzun Cevabıdır:

Liyakat, Kur’an’a göre bu hayatta olma sebebimizdir. Kur’an, bu konuda şöyle der: “O ki, hanginizin daha iyi iş/amel yapacağını açığa çıkarmak (ve yaptıklarınızın karşılığını vermek) için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, çok bağışlayandır” (Mülk:67:2) Demek ki liyakat açısından sınanmak, yaratılmamızın sebebidir. Bunun gibi Kur’an’da daha birçok ayet, bu hayatın imtihan olduğunu vurgular. Tıpkı toprak altındaki tohumun su ve ışık ile beslenmesi gibi, insan da bu hayatta sahih bir iman ve salih amellerle kendisini beslemelidir ki cennete liyakat kesbetsin. Demek ki liyakat, varlık sorumuzun cevabıdır. Niçin yaratıldık? İyiler yurdu olan cennete layık olabilmek için.

Cennet Vurgusu ve Liyakat:

Rahmeti Sonsuz olan Rabbin dahi cennetine sadece, kendisinin de izniyle, Rabbe güvenerek iyi olmayı tercih ederek yaşayanlara vermesi, liyakatin İlahi nazar zaviyesinden de, ne kadar ehemmiyetli olduğunun hakikatli bir delilidir. Affetmesi sonsuz olan Allah’ın dahi, cennetine sadece oraya layık olanları kabul ediyor oluşunun, Kur’an’ı okuyan bizler de, ahlak inşa edici özelliğinin olması gerektiğini inkar edemeyiz. Rabbimiz dahi sonsuz rahmetine rağmen, cennetine liyakat kesbedenleri kabul ediyorsa, bizlerin de sosyal hayatında liyakate ehemmiyet vermesi gerekir. Zira liyakatin olmadığı yerde adalet, adaletin olmadığı yerde muvaffakiyet olmaz.

Allah'tan bağımsız bir şefaatin olmaması Rabbimiz'in İlahi mahkemede liyakate ehemmiyet verdiğinin delilidir. Öyleyse adil bir mahkeme torpile asla yer vermeyendir.

Kur’an’da şefaat’in, sadece Rabbimize ait oluşunun vurgulanması da hikmetsiz değildir. (bknz: Enam:6: 51; Secde: 32:4)) İlahi adaletin tecelli edeceği, en ideal mahkeme olan mahşerde dahi kimsenin kimseye iltimas geçemeyeceği, Kur’an tarafından vurgulanmaktadır. Adaleti emreden Rabbimiz, elbette bu hayatta da, kimsenin kimseye iltimas geçmemesi gerektiğini, insanın tüm eksiliğine ve zaaflarına rağmen murad etmektedir. Zaten bugünü cehennem olanın yarınki cennet umudu beyhude olur. Cennet, bu alemde hayatımızda teessüs ettiğimiz hayatın, en güzel şekliyle devam etmesidir. Ahirette, İlahi adaletin kimseye iltimas olmadan tecelli edecek olması, bize bu dünya hayatında da bu ahlakı, satır arasında vermektedir. Zaten Allah, her zamanda ve zeminde adaleti emreder. (bknz: Nahl: 16:90)

 Liyakat ve Emanete Riayet:

İmanın ahlaki karşılığı emanet, küfrün ise ihanettir. Kur’an, emaneti ehline vermemiz gerektiği ile ilgili şöyle der: “Allah, size emanet edilen şeyleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verecek olursanız adaletle hüküm vermenizi emrediyor. Allah size ne de güzel öğüt veriyor; zira Allah akıl sır ermez bir biçimde her şeyi işiten, her şeyi görendir” (Nisa: 4: 58) İman sadece bir söz değil irade kalemimizle ispat etmeye çalıştığımız bir iddiadır. Zaten tevhid, salt söz değil, bir fiildir. Ne ki Kur'an, bu ayetlere rağmen adeta terkedilmiş bir metin gibidir. Bugün İslam coğrafyasında vahyin ahlaki ilkeleri mehcur bırakılmıştır. Dergah-ı nezdi Ehadiyette, Allah Resul’ünün tek şikayeti Kur'an'ın ahlaki ilkelerinin terkedilmiş olacağı İlahi uyarısına rağmen. (bknz: Furkan : 25:30)

Liyakat, Varoluş Hikayemizle Doğrudan İlgilidir:

Liyakat, meydan-ı dünyada insanın bulunuş gayesidir. Adem'in cennetini kaybetmesiyle başlayan serüvende insan, bu alemde kendisini tekemmül ettirmek için, bilgiyle ve eylemle kendisini besleyerek cennete ehil hale gelmek için vardır. İnsan, içindeki fıtrat tohumunu güzel eylemlerle beslerse ebedi kurtuluşa mazhar olurken, fıtratından uzaklaşır ve yabancılaşırsa kaybedenlerden olacağını vahiy vurgulamaktadır. Evet, insan irade kalemiyle güzelliklerin altına imza atmak ve sonunda kesintisiz bir ödüle mazhar olmak için vardır. (bknz: Tin: 95 :1-8)

Kabil ve Habil Kıssasında Liyakat Dersi:

Kur’an’daki Adem'in oğulları, Habil ve Kabil kıssası, bize liyakat konusunda ders verir. Zira onların ikisi de Rablerine sunaklar sunmuş ama Habil'in sunağı kabul edilirken, Kabilin sunağı kabul edilmemiştir. Maide suresinde geçen bu anlatı da Habil'in cevabı enteresandır: " ... Allah, yalnızca sorumlu davrananların kurbanını kabul eder!" (bknz: Maide: 5:27) Demek ki sorumlu davranmak İlahi kabule sebep olmaktadır. Kur'an Adem'in çocukları üzerinden liyakat kesbeden kazanmalı mesajı vermektedir. Zaten Ahdi Cedit " Hâbil’in ihlâs ve inancıyla Kābil’den daha iyi kurban takdim ettiği için onun takdimesinin kabul edildiğini ifade etmektedir. (İbrânîler’e Mektup, 11/4)

Sefine-İ Nuh Bir Liyakat Gemisiydi:

Kur'an'da Nuh (as) hayatına baktığımızda da liyakat dersi görmekteyiz. Zira yıllarca kavmini tevhide ve adalete davet eden Nuh'a kavmi kayıtsız kalmıştır. Bunun üzerine Nuh'a dağın başında bir gemi yapması emredilmiş ve bu gemiye sadece tevhid ve adalet merkezli daveti kabul etmiş olanların girebileceği öğütlenmiştir. Nihayetinde tufan kopmuş ve sadece davete kulak verenler bu gemiye alınmıştır. Lakin Nuh'un oğlu Kenan gemiye alınmamıştır. Nuh (as), bu konuda tereddüt yaşamış ve onun bu imtihanı vahyin dilinde ölümsüzleşmiştir. Niçin koskoca Nebi'nin oğlu Kenan, sefine-i Nuh'a alınmamıştır sualinin cevabı nettir: Liyakat meselesi! (bknz: Hud: 11: 42-43)

Tevhid, Eşya Karşısında İnsan’ın Liyakatini Korur:

Kur’an’ın hedefi insanlığı layık olduğu insani niteliklere kavuşturmak için hatırlatma yapmaktır. Bu sebeple tevhid ilkesiyle Allah’tan başkasına kulluk etmeyi yasaklar ve yine bu sebeple adaleti emreder. Zira insana hiçbir yaratılmışa kulluk etmesi yakışmaz. İnsan böyle bir aşağılanmaya layık değildir. Tevhid ilkesi eşya karşısında insanın liyakatini korur. Bununla beraber adalet, insan türüne en çok yakışandır. Allah zulmü kullarına yasak etmiştir. Zira insanın en çok hak etmediği şey zulümdür. Kur’an, “zalimlerden başka düşmanınız yoktur” diyerek bu konuda son noktayı koyar (Bakara: 2: 193) Zaten Kur’an, maksadı itibarıyla tevhid ve adalet ilkelerinin açılımından ibarettir. İnsan, kuşkusuz en çok tevhidi ve adaleti hak eder. Allah'tan başkasına tapınmak kelimenin tam anlamıyla insanın kendi liyakatini bilmemesidir. Evet, şirk tıpkı zulüm gibi bir nevi liyakat bilmezliktir.

Âdem ve Havva Kıssası Irkçılığı ve Nepotizmi Yok Etmelidir. Zira İnsanlık Tek Bir Ailedir:

İnsan, kendi liyakatini bilirse, insan isimli kardeşine de adaletin gereği olarak, layık olduğu gibi davranır ve yaşadığı cemiyette, kimsenin liyakatini ayaklar altına almaz. Zaten iman eden bir kimse, insanlığı nefs-i vahide’den yani aynı ortak özden gelen kardeşi olarak görür. Kur'an'daki Adem-Havva anlatısının muradı, insanoğlunu ırkçılık denilen tehlikeli hastalıktan uzak tutmak olsa gerektir. Nitekim şeytan Adem'in yaradılış serüveninde, o çamurdan ben ateşten diyerek orijinine atıf yaparak insanın hilafetine olan liyakatini takdir edememiştir. Bugün dahi insanlık, etno-sentrik gerekçelerle belli makamlara kardeşlerini layık görmemekte ve ayrımcılık suçu irtikap etmektedirler.

Liyakati Tahfif Etmek Toplumların Helakine Sebeptir:

Kur'an, liyakati yanlış yerde arayan kavimlerin helak ediliş örneklerini anlatarak, muhataplarını böyle bir hatadan uzak tutmaya çalışmaktadır. Helak olan kavimlerin çoğu liyakati değil parayı, gücü ve bazen de ırkı esas aldıkları için risaleti resullere layık görmemişlerdir. Nitekim, Allah Resulü de aynı gerekçe ile kendi döneminde tahfif edilmiştir. Kur'an bu konuda şöyle der: "Bu Kur’an şu iki şehirden önde gelen büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” (Zühruf: 43:31)

Firavun'un Musa'yı tahfif edişi veya Ebu Leheb'in Allah Resul’üne olan tepkisi, aynı çarpık tasavvurun sonucudur. Birilerini bir yerlere layık görürken, doğru bir değerlendirme yapmayıp maddi gücü kıstas yapmak. Oysa ki, peygamber olacak kişide servet ve şöhret olarak büyük bir adam olması değil ahlaken üstün meziyetli olma kriteri aranmalı değil miydi? Oysa ki risaletin Muhammed(as)'a verilme nedeni vahyin dilinde açıktır. Bu konuda Kur'an şöyle der: "çünkü sen, muhteşem bir ahlaka sahipsin" (Kalem:68:4) Güzel ahlakı tamamlamak için gönderilen bir peygambere bu vazifenin verilme gerekçesi, vahyin dilinde vurgulanmakta ve Rabbimizin dahi bir görevi tahsis ederken, liyakate göre verdiğini ispat etmektedir. Zira bir peygamberde aranan en mümeyyiz özellik ahlak olmalıydı.

Şirk'in Mantığı Liyakatsizliktir:

Kur'an'ın öngördüğü tevhid ve şirk mücadelesini de liyakat penceresinden okuyabilmek mümkündür. Zira şirk çoğu kez, birilerini liyakat noktasında abartmaktan kaynaklanır. Bu abartı nihayetinde onlara Allah'a ait sıfatlar ve vasıflar vermekle nihayet bulur. Oysa ki bu durum, Allah'tan rol çalmak demektir. İnsanları veya nesneleri layık olmadıkları yerlere yükseltmektir. Evet, aslında şirk liyakat ihlali'nin en kötü versiyonudur.  Tevhid bize bu anlamda liyakat ahlakı verir ve bu konuda hassasiyet göstermek takvanın ta kendisidir. Layık olanı, olduğu yere konumlandırmak bu anlamda tevhidin hayati karşılığı olan adaletle de ilgilidir. Onun için Allah Resulü (as), bu konuda çok hassas davranmış ve bir vazife tevdi ettiğinde bunu liyakate ve ehliyete göre vermiştir. Zira bu, tevhid ahlakının gereğidir ve biz bunu en güzel şekilde Resulullah’tan öğrenmekteyiz.

Kâbe’nin Anahtarı Niçin Osman Bin Talha'ya Verildi?

Allah resulü (as) Mekke’yi fethettiğinde ilk yaptığının Kabe’nin anahtarını henüz Müslüman olmamış Osman bin Talha isimli zata teslim etmiş olması bize liyakat ile ilgili önemli bir bakış açısı vermektedir. Bunun Mekkeli elitleri hoşnut etmek veya onlara şirin görünmek gibi bir siyaset ile ilgisi olmadığı resulullah’ın diğer icraatları ile çok rahat anlaşılabilmektedir. Zira Kabe’nin üstünde, ilk ezanı Bilal-i Habeşi’ye okutması, Mekke’nin kodamanlarını ziyadesiyle rahatsız etmişti. Kaldı ki Allah resulü hayatı boyunca Allah’ın rızası olan tevhid ve adalet dışında hiç hareket etmedi. Osman bin Talha’ya Kabe’yi emanet etmesi de, adaletin gereği olan liyakatin gereğiydi. Onun hayatında risalet öncesi de liyakat ahlakı hep vardı. Zaten bu gerekçeyle adaleti ayaklar altına almaya yeltenenen liyakatsizlere karşı kurulmuş olan Hilfü’l Fudul cemiyetine dahil olmuştur.

Hilfü’l Fudul

Allah resulu Hilfü’l Fudul hakkında “Abdullâh bin Cüd’ân’ın evinde amcalarımla birlikte, Hılfü’l-Fudûl’de hazır bulundum. O meclisten o kadar memnun oldum ki, ona bedel bana kızıl develer verilse, o kadar sevinmezdim.” diyordu. Allah resulu, “Bundan sonra da cemiyete yine çağrılsa yine iştirak edeceğini”cümlesine eklemiştir. Buradan da anlaşılacağı gibi, Allah resulü, her daim mazlum için adalete taraf olup zalimin karşısında durulması gerektiğini ifade etmiştir. Zaten Kur'an'ın "çünkü sen, muhteşem bir ahlaka sahipsin" (Kalem:68:4) ayeti ona niçin risaletin verildiğini net bir şekilde açıklamaktadır. Evet, ahlak deyince aklımıza adalet ve liyakat gelmelidir. Zaten liyakat, tevhid ahlakının bir gereğidir.

Liyakate Değil Rivayete Göre Lider Algısının Açtığı Sosyal Yaralar

Gerek Allah resulü döneminde gerekse Ömer bin Hattab dönemine kadar muvahhid sahabenin hayatı liyakat tabloları ile doludur. Ne ki daha sonra bu atmosfer bozulmuş ve nepotizm bir virüs gibi Müslüman idarelerin bünyesine girmiştir. Bunun en büyük sebebi ise malum ki nesep asabiyetidir. Bir takım sözde rivayetlerle ise bu nesep asabiyeti güçlendirilmiştir. Bunların başında Buhari’de geçen “Hilafet kıyamete kadar Kureyştendir” şeklindeki rivayettir. Oysa ki hilafet, rivayete değil liyakete göre olmalıydı. Bu çarpık algı, Yezid gibilerin halife ve Haccac gibilerin vali olmasına ve İslam tarihinde Kerbela gibi utanç verici hadiselerin yaşanmasına sebep oldu. Evet, Allah resulü (as) sonrası yaşananlar, liyakate değil rivayete göre lider anlayışından kaynaklanıyordu.

Algıdaki milimetrik sapmaların, eylemde kilometrelere tekabül etmesi hepimizin malumudur. Bugün Müslümanlar arasındaki mehdi arayışları dahi bu çarpık algının neticesidir. Lider, liyakate değil meskuk rivayetlere göre olunca ise din istismarının yaşanması mukadderdir. Bugün irili ufaklı kült yapıların ortaya çıkması ve binlerce dini, siyasi, finansal ve hatta cinsel istismarların yaşanması, işte bu çarpık tasavvurun sonucudur. İslam tarihinde yüzlerce liyakatsiz insan, kendisini mehdi olarak ilan etmiş ve birtakım rivayetlerle kitleleri arkasından sürüklemiştir. Bu istismarın ise hakiki sebebi, lider algısının liyakatte değil sözde rivayetlere göre şekillenmiş olmasından kaynaklanmıştır. Zira göklerden gelen bir karar vardır şeklindeki lider algısı; dini, siyasi, ticari ve sosyal krizlere sebep olmuştur ve dahi olmaktadır.

 Dindarlığını Allah’a Göster Bana Liyakatin Ve Ehliyetin Lazım

Kur’an’a göre adalet ve onun açılımı olan liyakat esastır. Liyakat zannedildiği gibi dindar olmak değildir. Kur’an’da müteaddit defa ifade edildiği üzere, Allah katında en üstün olan kuşkusuz en dindar olandır. Lakin bu ayetlerde göz önünde bulundurulması gereken “Allah katında” ifadesidir. Zira Allah katında seçkin olan bir kimse insanlar arasında öyle olmayabilir. İdarecilik vasfı veya liderlik özellikleri olmayan veya bir meslekte ehliyeti olmayan kimselerin sırf dindar olmalarından dolayı o konuma getirilmeleri din olgusunun riyakarlık menbai olmasına sebep olmaktadır. Bu konuyu Mustafa İslamoğlu, “Dindarlığını Allah’a göster bana insanlığın lazım” şeklinde özetler. Kanımca insanları da bir mesleki gruba seçerken “Dindarlığını Allah’a göster bana liyakatin ve ehliyetin lazım” denmelidir. Bugün devlet birimlerinde tarikat ve cemaat kadrolaşmalarının altında yatan temel saik, dindarlığın liyakatin temeli olduğu yanılgısıdır. Bunun böyle olmadığı ise yaşanan acı tecrübelerle sabittir.

Eş Seçiminde De Liyakat Aranmalıdır

Bugün Müslüman gençlerin eş seçerken de en büyük yanılgılarından birisi liyakat eksenli bir tercih yapmamalarıdır. Kişi eşini seçerken de kanımca dindarlık eksenli değil liyakat eksenli bir seçim yapmalıdır. Elbette bir Müslüman erkeğin, eşinin baş örtülü olmasını arzu etmesi veya bir Müslüman hanımefendinin, eşinin dindar olmasını istemesi güzeldir. Lakin eş seçerken de evvela sorulması gereken, bu adam bana sadık bir eş ve çocuklarıma iyi bir baba olur mu? şeklinde olmalıdır. Müslüman bir bey ise başörtüsü güzel lakin annelik ve eş vasfı taşıyor mu? şeklinde sorulara yoğunlaşmalıdır. Bugün dindar ailelerde yaşanan travmalar yine liyakat eksenli değil rivayet eksenli eş arayışından kaynaklanmaktadır.

Netice-i kelam: Kanımca liyakat, hayatımızın her alanında seçim yaparken kıstas olarak kabul etmemiz gereken temel bir değerdir. Yükselişlerin ve çöküşlerin temelinde bu olgu vardır. Adalet tevhidin ve dahi liyakat adaletin kutlu bir meyvesidir.

 

 

Kur'an'i Hayat Dergisi
Kur'an'i Hayat Dergisi

Bu sayfa, Kur'ani Hayat Dergisi'nin resmi sayfasıdır. Dergiyi tanıtma amacıyla kurulmuştur.

Yorumlar