Yorumsuz

Bundan otuz yıl önceki deneyimlerimin sonucunda da görüldüğü gibi, sorgulanmayan ve hayattan koparılmış bir din, sahibini ahlaksız ve o dini istismar eden bir sahtekara dönüştürmektedir.

Yorumsuz

Bundan otuz yıl önceki deneyimlerimin sonucunda da görüldüğü gibi, sorgulanmayan ve hayattan koparılmış bir din, sahibini ahlaksız ve o dini istismar eden bir sahtekara dönüştürmektedir.

Kur'an'i Hayat Dergisi

Kütüphanemi karıştırırken yıllar önce lise çağlarımda heyecanla okuduğum bir kitabı bir daha okumak için elime aldım. Ön sözünde yapılan bir tespitte sanki hiç okumamış gibi irkildim ve bir an için kitabı bırakmaya karar verdim. Fakat okuma alışkanlığım ağır bastığı için devam ettim. Yazar Türk tarihini siyasi açıdan üçe ayırıyordu. Dine bağlı devlet, Osmanlı. Yarı dini devlet. Devlete bağlı din, Cumhuriyet.

Şu soruyu kendime sormadan geçemedim: acaba yeryüzünde dine bağlı bir devlet kurulmuş mudur? Kitapta sıra tekke ve zaviyelerin kapatılmasına gelince, yıllarca sebebini sorgulamadan kapatanlara karşı öfke besledik. Haliyle hayatımın otuz yıl önce yaşanmış bir karesini hatırladım:

Üç yüz adet yatılı öğrencisi bulunan bir Kur’an kursunda idarecilik yaptım. Orada geçen üç yılım benim hayatımın dönüm, dönüşüm ve devrim yılları oldu. Çok şeyin şimdiye kadar duyduğum ve inandığım gibi olmadığını yakinen gördüm. Müslüman kesimin cami cemaatinin neden geri kaldığına kanaat getirdim. Ben o güne kadar insanların en olgunu, en zekisi, en akıllısı Müslümanlar ve hatta tarikat ve tasavvuf ehli olduğuna inanırdım. Laf değil! Gerçekten öyle inanırdım. Ama yaşadığım olaylar bana durumun hiç de öyle olmadığını gösterdi.

Meczup bir dernek başkanımız, muhterem bir de müftümüz vardı. On tane de okutman hoca efendi, on civarında da çalışan vardı. Hoca efendilerden müsait olanlar ile hafta sonları ilçemizin köylerine hem kursumuzu tanıtmak hem de insanların maddi ve manevi desteklerini alabilmek için ziyarete çıkardık. Elde ettiğimiz hasılatı başkana teslim eder çarkın dönmesine yardımcı olurduk. Başkan da kendi gibi meczupları toplar onlara iş verirdi. Aşçımız, işçimiz, temizlikçimiz bunlardan bazılarıydı. Hatta kalorifercimiz bile vardı. Tesis üç bloktan oluşan ikişer katlı binalardı. Ortasında şirin bir de mescid vardı. Yemekhanesi, yatakhanesi, kütüphanesi, konferans salonu, erzak deposu vardı. Personel seçme yetkisi müftü ve başkanın elinde idi. Nerde meczup, şeyhe bağlı olan varsa, onlar başkanın adamıydı.

O günlerde bir hadememiz vardı, kendisi şeyhimizin torunuydu. En erken gelmesi gereken kişi olmasına rağmen en son kursa lütfederdi. Canı ne zaman isterse o zaman gelir, canı ne zaman isterse o zaman giderdi. Alelade bir temizlik yapar ve gözden kaybolurdu. Kardeşim bu böyle olmaz sen herkesten önce gelmen lazım, her tarafın temizliğe ihtiyacı var, lütfen görevini yap dediğimde, sen bana karışamazsın ben istediğim zaman gelir istediğim zaman giderim tehdidini savurur giderdi. Bir gün idare odasına çağırdım ve görevini aksattığını hatırlatınca yerden terliği alıp öfkeyle bana fırlatmıştı. Ben bu hareket karşısında müdür masasının altını gizlenmek zorunda kalmıştım! Ben olanları başkana anlatınca, “idare et kardeşim, o şeyhimizin evladıdır. Şeyhimizi incitmeyelim, onun duasına muhtacız!” cevabını vermişti.

Yine bir gün kelimenin tam anlamıyla, meczup bir çaycımız vardı. O da şeyhimizin yakını idi. O da canı ne zaman isterse o zaman gelir ve giderdi. Muhterem neden böyle yapıyorsun, bak on tana hocamız var, teneffüslerde çay içmek isterler biraz erken gelsen diye ikaz ettiğimde, şöyle cevap verirdi: “Hocam sabah erkenden evden çıktım geliyordum, hacı babam yolda gözüme göründü, bastonuyla bana ‘dön geri!’ dedi, bende geri döndüm eve gittim!” Hacı babam dediği cemaat tarafından üstün hal sahibi olduğuna inanılan insandı. Herkes kendi sorumsuzluğuna dini bir kulp bulmuştu. Bir şekilde kaytarmanın yolunu da buluyordu.

Bir de başkanın nerden bulup getirdiği belli olmayan kaloriferci diye tanıttığı köylü Ahmet Ağa vardı. İç Anadolu’nun karlı, buzlu kış mevsiminde kaloriferlerin yanması gerekiyor, üç blok bina ve caminin ısınması gerekiyordu. Ahmet Ağa öğleye doğru piyasaya çıkardı, yemek vakti yemek yerdi.  Ahmet ağa, çocuklar soğukta donuyor ne zaman yakacaksın bu kaloriferi diye söylendiğimizde, o da şöyle cevap verirdi: “Hocam gece saat üçe kadar zikrimi, tesbihimi çektim. Haliyle ondan sonra uyuya kalmışım!”

Öğrenciler ise köylerden toplanmış, sağını solunu, usul kaide bilmeyen, ekmeği cebine koyup gizli kaçaklı yiyen, temizliğine dikkat etmeyen çocuklardan oluşuyordu. Çoğu zaman bitlenirlerdi. İlaç sıkarlardı, bu sefer de zehirlenirlerdi. Tabi kursların çalışma programları vardı. Yatma saati, kalkma saati, yemek saati, ders saati. Her gün iki hoca nöbetçi olarak seçilirdi ki, yirmi dört saat boyunca öğrencileri takip edebilsin. Görevli hoca akşam saatinde öğrencileri yatırır, sabah saatinde kaldırması gerekirdi. Hasta olan olduğunda onunla ilgilenmesi de gerekirdi. Ancak tabi işler böyle yürümezdi. Olması gereken ile vaka çok ayrıydı. Bizim derviş hocalar akşam saatinde nöbet mahallini bırakır gözden kaybolurlardı. Saat on ikiden sonra meydana çıkarlardı. Nerdesiniz arkadaşlar siz bugün nöbetçisiniz, kurstan ayrılmamanız lazım diye ikaz edince de, daha önceki cevaplardan farklı bir cevap alamazdık. Zikir sohbetine gittiklerini, orada Arap aşı yediklerini söylerlerdi. Kendi aralarında eğlenirlerdi.

Tüm bu hocaların arasında iki kişi vardı. Hafız Şükrü ile hafız Talip. İkisi de gerçekten iyi hafızlardandı. Şükrü Hafız benim ilk hocalarımdandı. Bu iki hafızın tarikatı olmadığı için, bizim derviş hocalar bunları dışlarlardı. Ruhsuz, maneviyatsız, hatta siyasi görüşlerinden ötürü halk partili diye de itham ederlerdi. Bu iki hocanın nöbet günlerinde durum aynen şöyle olurdu: nöbetlerini hakkı ile yerine getirirlerdi. Akşam saatinde öğrencileri yatırdıktan sonra ellerinde birer liste ile idare odasına gelirler, ben denize taktim ederlerdi. Şifahen de ne kadar öğrenci olduğunu, kaç öğrencinin hasta, kimlerin izinli, kimlerin firarda olduğun güzel bir üslupla izah ederler ve odalarına istirahata çekilirlerdi.

Aradan yıllar geçti. Yirmi beş sene sonra hafız kızım Habibe Hanımla kursu ziyarete gittiğimizde durum oldukça üzücü idi. Boş binalardan başka bir şey göremedik. Üç blok bina insansız, ruhsuz, cansız kalmıştı. Ortadaki mescitte yalnız sekiz on cemaatle karşılaştık. Asıl konu ise bu kursu veya bu tekkeyi kimsenin kapatmamış olmasıydı. Tümü kendiliğinden kapanmıştı. Zira her değişim ve dönüşümden yapılar ve kurumlarda bir şekilde etkilenmekte,    dini eğitimin cemaatlerin eline bırakılmasının ortaya çıkardığı vahim tablo artık toplum tarafından da oldukça net görülmektedir. Nitekim durum öyle bir hale gelmiştir ki, kendi oluşturdukları kolonilerde yaşayan kapalı birer örgüt haline gelmişlerdir. Bundan otuz yıl önceki deneyimlerimin sonucunda da görüldüğü gibi, sorgulanmayan ve hayattan koparılmış bir din, sahibini ahlaksız ve o dini istismar eden bir sahtekara dönüştürmektedir.

 

 

                                                                                                                                                                                                                                                                                                           .

 

 

 

 

Kur'an'i Hayat Dergisi
Kur'an'i Hayat Dergisi

Bu sayfa, Kur'ani Hayat Dergisi'nin resmi sayfasıdır. Dergiyi tanıtma amacıyla kurulmuştur.

Yorumlar