İnsanın Allah’ın Halifesi Olduğu Anlayışı İslamın Değil, Teokrasi Anlayışıdır

Din ile pratik, reel siyasetin ayrılmadığı orta çağ boyunca siyaset, dini sürekli kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır. Bu da hem dinin hem Müslümanların aleyhine olmuştur.

İnsanın Allah’ın Halifesi Olduğu Anlayışı İslamın Değil,  Teokrasi Anlayışıdır

Din ile pratik, reel siyasetin ayrılmadığı orta çağ boyunca siyaset, dini sürekli kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır. Bu da hem dinin hem Müslümanların aleyhine olmuştur.

Kur'an'i Hayat Dergisi

Suya sabuna, hatta dezenfektan’a bile dokunmayan bir yazı yazmaya karar verdim ve Yüce Allah’ı doğru anlamak bağlamında kendisine halife tayin etmediğini/etmeyeceğini anlatmaya çalıştım. Yanlışım olduysa, dinine savaş açan, yasaklayan ve dışlayan zalimlere değil, muttakilere yazacağını belirttiği her şeyi kuşatan rahmetiyle (7 Araf/156) muamele etmesini ve bağışlamasını diliyorum.

Hilafetin türediği ha-le-fe (noktalı ha) fiili ve türevleri, ardından gelen, makamını ve yetkisini devralan, anlamlarına gelmektedir. Türkçe’de ustanın yerine geçen kişi için kullanılan ‘kalfa’ kelimesi bunun Türkçesidir. Yüce Allah’ın “Rabbin meleklere yer yüzünde bir halife meydana getiriyorum...” (2 Bakara/30) ayetinde geçen halife meydana getirmenin, daha önce fesat çıkarıp kan döken ve zamanla nesli tükenen bir insan cinsinin ardından şimdiki insan cinsini meydana getirmesi anlamında olduğunu söyleyenlerin yanında, bazıları ayetin, “ben kendime bir halife tayin ediyorum” anlamında olduğunu belirterek insanın Allah’ın halifesi olduğunu söylemişlerdir[1].

Gerek saltanat yönetimlerini meşrulaştırmak için gerekse çoğu zaman geleneksel kültürü kullanan vaizlerin, yazarların ve bazı araştırmacıların 2/Bakara 30. ayeti[2] ve 6/Enam 165; 35/Fatır 39 gibi ayetleri değerlendirirken insanın Allah’ın halifesi olduğunu söylediklerini görüyoruz[3]. Oysa bu, basmakalıp olarak alınan ve kullanılan yanlış bir anlayıştır.

Hilafetin, daha önce mevcut olanın yerine geçmek anlamında olabileceği gibi, sonra gelenlerin birbirlerinin halefi olması anlamında da olabileceği ve insanın hilafetinin hem kendisinden öncekilere olması hem sonra gelenlerin birbirlerine halife olması anlamına gelebileceği, böylece insandan önce halife olacağı başka bir türün bulunmasının gerekmediği söylenir[4]. Dolayısıyla Bakara 30. ayet yaratılan insanlardan sonra gelenlerin öncekilerin yerine halife olması anlamında olmaktadır.

Her şeyden önce hilafet, birinden sonra gelmek veya onun yerine geçerek yetkilerine sahip olmak veya egemen olmak demektir. Nuh kavminden sonra Âd kavminin (7 Araf/69), Âd kavminden sonra Semud kavminin (7 Araf/74), kendisinden öncekinin yerine Davud Peygamber’in (38 Sâd/26) ve bildiğimiz halifelerin/hükümdarların birbirlerinin yerine halifeler olması gibi. Bu toplumlar helak olup ortadan kalkan önceki toplumların yerine geçerek egemen olduğu gibi, halifeler de ya ortadan kalktıkları için ya da iktidardan uzaklaşıp yetkilerini başkalarına bıraktıkları için veya peş peşe geldikleri için birbirlerine halife olmuşlardır.

Hilafet isterse öncekinin ölüm gibi bir yolla ortadan kalkmış olanın yerine geçmek anlamında olsun, ister hayatta olup görev ve yetkilerini başkasına devretmesi anlamında olsun, hangi anlamda olursa olsun Allah için böyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü Yüce Allah haşa ölmüş veya ölecek olmadığı gibi, hayatta olduğu halde görevini veya yetkilerini kısmen veya tamamen başkasına bırakmış/bırakacak da değildir. Bunu “Allah, ondan başka hiçbir ilah yoktur, diridir, yönetmektedir …” (Bakara 2/255, Âli İmran 3/2) gibi Kur’an sayısız yerde belirtir. Onun için hangi açıdan olursa olsun herhangi bir varlığın Allah’a halife olması yahut kendi yerine başka birini Allah’ın halife göstermesi söz konusu değildir. İnsan ne zaman yaratılmış ve dünyaya gelmiş olursa olsun Allah’tan sonra olması veya yerine geçmesi söz konusu değildir[5].  Peygamberlerin veya bütün olarak insanların onun vahyini tebliğ etmesi ve uygulaması onun yerine hilafet yapması değil, sadece emir kulu olarak kulluk görevlerini yapmasıdır.

Din anlayışında meydana gelen en önemli sapmalardan biri, yöneticinin yeryüzünde Allah’ın temsilcisi olarak görülmeye başlanmasıdır. Resulullahın Halifesi olarak anılan Hz.Bekir ve Müminlerin Emiri olarak anılan Hz.Ömer’den sonra üçüncü halife olan  Hz. Osman’ın kendisini devirmeye gelen isyancılara karşı “Allah’ın giydirdiği elbiseyi kesinlikle çıkarmayacağım” demesiyle beraber bu anlayışın oluşmaya başladığı söylenir. Hz. Osman’ınAllah’ın giydirdiği bir elbisetanımlamasından ne kastettiğini kesin olarak bilmiyoruz ama bu yaklaşımın tam da Hz. Ömer’in “insanlar benimle Allah arasında bir bağlantı kurarlar” diyerek çekindiği manayı çağrıştıracak şekilde, yönetici ile Allah arasında irtibat kurulması sürecinin önemli bir köşe taşını oluşturduğu kesindir. Nitekim yönetimi saltanata dönüştürecek olan Muaviye, “ben bu makamı kılıcımın gücü ile elde ettimdiyerek yönetimi kılıç gücü ile elde edilen ve babadan oğula geçen bir mülk/saltanat gibi görmüş, Abbasiler de bu geleneği daha ileri götürerek Me’mun döneminde (Miladi 813-833) paranın üzerine “Allah’ın halifesi ibaresi yazılmış, böylece bu sıfat devlet başkanının resmi unvanı haline getirilmiştir”[6].

Hulefa-i Raşidin için kullanılan ‘halife’ kavramı, vefat edenin yerine geçen, onun idarecilik görevini üstlenen kişi, anlamında kullanıldığı açıktır.

 “İlk dört halife döneminden sonra Emevilerin Halifetullah lakabını almaları üzerine, Müslümanları yöneten kişiye “Allah’ın Halifesi” denilip denilemeyeceği konusunda bir tartışma oldu. (bkz. İbni Teymiyye, Minhacu’s-Sünne, 1/134, Mısır, 1321). Bir kısım bilginler, Müslümanların işlerini yöneten şahsa Allah’ın Halifesi denilebileceğini belirterek, delil olarak Kur’an’ın “Ben yeryüzünde bir halife tayin ediyorum” (2 Bakara/30), “Allah, sizi yeryüzünün halifeleri yapmıştır” (6 Enam/165), “Ey Davud, insanlar arasında hak ile hükmetmen için seni yeryüzünde halife yaptık” (38 Sâd/26) ayetlerini delil getirmişlerdir. İbni Abbas’ın da aralarında bulunduğu (Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb, 1/381, Beyrut, 1990; İbni Teymiyye, age, 1/134; Kurtubi, Tefsir, 1/236) bu görüş sahipleri halifelerin, Allah’ın vahiylerini uygulamaya çalıştıkları için bu unvanı kullanabileceğini belirtmişlerdir (Maverdi, el-Ahkamu’s-Sultaniyye, 15).

Bir kısım bilginler ise halifeler için “Allah’ın halifesi” sıfatının kullanılmasına karşı çıkarak (İbni Haldun, 1/482), Abdurrahman Habenneke, Heli’l-İnsanu Halifetun Anillahi fi Ardihi, Mecelletu Buhusi’l-İktisadi’l-İslami, 77, 1911.byy; Muhammed Halidi, 32) ancak öncesi ve sonrası olana, ölene veya kaybolana halef olunabileceğini, Allah için ise bunun söz konusu olmadığını belirtmişlerdir. Bu görüşte olanların en güçlü delili Hz. Ebu Bekir’in kendisine Halifetullah diye hitap eden kişiye, “Ben Allah’ın değil, Peygamberin halifesiyim” şeklindeki sözüdür. (İbni Sa’d, 3/183, İbni Haldun, Mukaddime, 1/482; Maverdi, 52)[7]

Bu görüşte olan bilginler, ilk görüş sahiplerinin delil olarak gösterdiği ayetleri şöyle yorumlamışlardır:

Bakara/30. ayet yeryüzünde insandan önce var olan varlıklara işaret etmektedir. İnsan da bu varlıklara veya meleklere halef olmaktadır. Bundan dolayı ayetteki Halife kelimesi, insanın kendisinden önceki varlıklara halef olması anlamında kullanılmıştır. “Sonra nasıl davranacağınızı bilmemiz için onların ardından sizi yer yüzünde halifeler yaptık” (10 Yunus/14), “Sizi birbirinizin yerine halifeler yapan O Allahtır...” (Enam/165) ve benzeri birçok ayet de, bir kavmin yeryüzünde kendisinden önce yaşayan diğer kavimlere halef olması anlamındadır. Sâd/26.ayette ise Hz. Davud’un yeryüzünde kendisinden önceki hükümdardan sonra hükümdar olduğu anlatılmaktadır. Dolayısıyla sultanların Halifetullah unvanını kullanması konusunda delil alınamaz.” (Maverdi, age, 52; Arnold Thomas, The Caliphate, 45, London, 1965; M. Sait Şimşek, agm, 110; Avcı, agm, 17/540). (…)

Emevi ve Abbasi halifeleri yaptıkları zulümlerini perdelemek için “Emiru’l-Müminin” unvanını terk ederek “Allah’ın Halifesi” unvanını kullanmıştır. Artık Hz. Ebu Bekir’in kullandığı “Halifetu Rasulillah” ve Hz. Ömer’in kullanmayı başlattığı “Emiru’l-Müminin” unvanı yerine, kendilerini Allah’ın temsilcileri olarak gören halifeler, “Halifetullahveya benzer anlamdaki “Zillullahi fi’l-Arz” ve “Sultanullahi fi Arzihi” gibi sıfatları kullanmıştır.

Saltanat döneminin başlamasıyla bu tabir kullanılarak sultanlara bir tür kutsallık kazandırılıyor, sultanların yaptığı her icraat Allah için sayılmaya başlanıyor ve dolayısıyla sultanlar eleştirilemiyordu. Çünkü bu sıfatı yüklenen kişi, Allah’ın yerine (!) iş yapan birisiydi. Böyle olunca da “Allah adına aldatma” gerçekleşebiliyordu…”[8]

Oysa bir şeyi Allah için yapmak ayrı, Allah’ın yerine yapmak ise ayrı bir şeydir. Herkes Allah için bir şeyler yapabilir, ama hiçbir kimse Allah’ın yerine başkalarını din adına yönetme, itaat altına alma hakkına sahip olamaz. Bu anlayış Teokrasinin kendisi olup İslam Teokrasiyi temelden reddettiği gibi, Batı da son yüzyıllarda reddetmiş ve onun yerine seküler laik yönetim tarzını benimsemiştir.

… Laiklik, Batı’da anlamını bulan, kilise imanına dayalı tanrısal devlet anlayışına (teokrasi) tepki olarak gelişmiştir. İslâm’da ise Allah adına” değil; “Allah’ın hükümleriyle hükmetme”, “İlahî yetkiyle/sıfatla yönetme” değil, “İlahî kanunla” yönetme emredilir”[9]. “İslâm, teokrasi anlamında “dine dayalı tanrısal devlet”i; teokratik yönetim anlayışını öngörmez, bilakis reddeder[10].

Allah’a Halife Olma Anlayışının Kaynağı İslam Değildir:

Kur’an’da ve Sünnet’te Halifetullah=Allah’ın Halifesi, ifadesi hiç geçmez ya da “Allah’ın halifesi” ifadesi Kur’an’ın ve Sünnet’in kullanışı değildir.  Allah’ın halifesi kullanımı, iktidara geliş şeklinden dolayı meşruiyet krizi yaşayan Emevilerin halkın nazarında yönetimlerini meşrulaştırmak için ilk kez kullanmasıyla başlamış ve devam etmiştir.

“Vali olan İbni Hubeyre, Yezid b. Abdülmelik için “…Allah’ın halifesidir, Allah onu kulları üzerine halife yaptı…” (el-Yafii, 1/182) diye söylüyordu. Yine Haccac, minberde Basralılara yaptığı konuşmada “Dinleyin ve itaat edin… Abdülmelik b. Mervan Allah’ın halifesi ve sevgilisidir” diyordu. Aynı adam babası için “Abdülmelik, Emiru’l-müminin ve halifetu rabbi’l-âlemindir” diyordu.[11]

Bunu da gerek Kitap Ehl-i olan Bizans’tan, gerekse Şehinşahların Allah’ın nurundan yaratıldığına ve onun temsilcileri olduğuna inanan Sasanilerden aldıklarında şüphe yoktur.

“Kimilerine göre Muaviye, Yezid’i yerine bırakma fikrini Muğire b. Şu’be’den almış, kimine göre kadim Arap kültür ve teamülünde bulunmayan saltanat idaresini etkilendiği Farslardan ve Bizanslardan almıştır. Kimilerine göre ise o, kimseden etkilenmeden söz konusu fikre zaten kendisi sahipti.”[12]

Diğer yandan, Allah’a halife olma anlayışı, şûraya dayalı İslam’ın değil, Teokrasi anlayışıdır. Bu anlayışa göre yönetici, Allah’ın temsilcisidir, Onun için yaptıkları sorgulanamaz ve karşı çıkılamaz. Bu tarz yönetimlere Teokratik Monarşi denir.[13] Papalık, bu anlayışın temsilcisidir. Bu anlayışa göre Papa/Baba, Allah’ı ve-hâşâ-onun hulûl ettiği ve ete kemiğe bürünerek göründüğü İsa’yı temsil etmekte ve onların adına konuşmakta, karar vermekte ve iş görmektedir. Dolayısıyla onun buyrukları ve uygulamaları sorgulanmanın dışındadır.

Bilindiği gibi Hıristiyanlıkta “Baba” adı hem Allah ve İsa için, hem Papa için kullanılmaktadır. Onun için Papa/Baba’nın sözü ve uygulaması Allah’ın sözü ve uygulaması demek olduğundan bağlayıcı dinseldir. Çünkü Allah’ın yerine iş yapmaktadır. Zaten onlara inananlar Papaların Allah adına iş yaptıklarına inanırlar. Onun için vaftizle insanları dine aldıkları ve günah işleyenlerin günahlarını-Allah yerine- bağışladıkları gibi, onaylamadıklarını da aforoz ederek dinin dışına çıkarırlar. En son örneğini Latin Amerika ülkelerinden bir kardinalin Hitler’in gaz odalarında Yahudileri yakmadığını/soykırım yapmadığını söylemesi üzerine Kardinaller konseyi onu aforoz etmiş, Papa Benediktus ise kararı veto etmekle beraber Yahudilerin gönlünü almak için de Hitler’in bu katliamı yaptığını dünya kamuoyuna açıklamıştır.

“Bir kimsenin Hıristiyanlığa kabulü de Kilise’nin onayı ile olur. Bunun için vaftiz gerekir. Vaftiz, Yunanca suya batırmak demektir. Bir Hıristiyanlık terimi olarak İsa’nın manevi vücuduyla birleşmeyi ve Kutsal Ruh’la yeniden doğmayı ifade eder. Vaftiz, Hıristiyan olmanın ilk şartıdır. Bir Kiliseden diğerine geçmek de vaftizle olur.”[14]

Allah ise, bütün bunlardan münezzehtir. Çünkü ne insan onun halifesi veya gölgesidir, ne din adamları onun yerine görevlidir, ne kimseye veya kuruma böyle bir unvan, yetki ve makam vermiştir, ne kimsenin babasıdır veya kimse onun oğludur, ne de yöneticiler veya alimler bir kimseyi dine alma veya dinden çıkarma hak ve yetkisine sahiptir, ne de kendisine karşı işlenmiş bir günahı Allah’tan başka kimsenin bağışlama hakkı ve yetkisi vardır.

“De ki O tek olan Allah'tır, hiçbir şeye/kişiye muhtaç olmadan kendi kendine kaimdir ne doğurmuş ne doğmuştur, hiçbir kimse onun dengi olmamıştır.” (İhlâs Sûresi).

Türk toplumunda ve daha çok Alevi çevrelerde yatırlara veya sözde erenlere ve şeyhlere Baba denilmesi de büyük ölçüde buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü bunların da tıpkı Papa’nın kutsallığı (!) gibi bir kutsallığa sahip olduklarına ve bu kutsallıkla tasarruf ettiklerine inanılmaktadır. Nitekim Alevi kimi kesimlerin bu yöndeki inançlarıyla Şia’nın aşırı/gulat fırkalarının imamlar hakkındaki inançları birbiriyle örtüşmektedir. Her iki kesimin ve Ehl-i Sünnet çevrelerinin inandığı Üçler, yediler, kırklar, abdallar, evtad, nakipler, necipler, gavslar bunun örnekleridir. Onun için cahil ve gafil insanlar, günahlarını Papa’nın bağışlamasını istedikleri gibi, insanlar Baba diye niteledikleri kişi ve yatırlardan iyilikler vermesini ve kötülüklerden korumasını istemektedir. Bu kullanımda İslam’ı kabul etmeden önce Türklerin inandığı Şamanizm ve Budizm gibi dinlerin etkisi olduğu kadar, Türkler gelmeden önce Anadolu’da hâkim olan Hıristiyanlığın da büyük rol oynadığında şüphe yoktur.[15]

İnsan Kimin/Neyin Halifesidir?

Âdem yaratılmadan önce başka Âdemlerin olduğunu[16] ve meleklerin onların yaptıklarına bakarak itiraz ettiklerini ileri sürmek doğru değildir. Çünkü bir yandan yüce Allah onların itirazına karşı “Sizin bilmediklerinizi ben biliyorum” diyerek onların söylediklerinin doğru olmadığını belirtmiş, diğer yandan, Âdem yaratılmadan önce başka Âdemler/insanlar mevcut olsaydı, aynı türü Allah iki kez yaratmış olacağından abesle iştiğal etmiş, yani anlamsız iş yapmış olurdu. Ayrıca böyle bir neslin yaşadığını ve soyunun zamanla yok olduğunu söyleyen hiçbir vahiy bilgisi yoktur. Onun için daha önce böyle bir insan soyunun olduğu ve zamanla tükenip kaybolduğu söylemi de delilden yoksun bir varsayımdan öteye geçmemektedir. Zaten cinlerin önceden yaratıldığını belirten “Cinleri ise daha önce yaratmıştır” (15 Hicr/27) ayeti insanın cinlerden sonra yaratıldığını göstermektedir.

İnsan Allah’ın halifesi değil, olsa olsa başkalarının yerine halifedir. Çünkü ne kimse Allah’ın yerine geçerek egemenlik kullanmış veya kullanabilir, ne de Allah ölmüş veya egemenlik yetkisini başkasına devretmiştir, ne de Allah’tan sonra başkası onun yerine geçecektir. Aksine yerin ve göklerin mülkü, egemenliği ve yönetimi onun elinde olup diri ve mutlak egemendir. (bkz.3 Âli İmran/2; 10 Yunus/3,31; 32 Secde/5; 39 Zümer/63; 42 Şûra/12; 67 Mülk/1, vb.). “O, evveldir, âhirdir, zahirdir, bâtındır ve her şeyi bilendir” (57 Hadid/3), “Allah, kendisinden başka ilah olmayan, Hay/diri ve Kayyum/egemen yönetici olandır...” (2 Bakara/255) vd. Bunu görmek için Ayete’l-Kürsî olarak bilinen ayeti okumak yeterlidir.

Onun için hiçbir varlık Allah’ın halifesi değildir. İnsanlar veya başka varlıklar ancak birbirlerinin yerine geçip egemen olarak birbirlerine halife olurlar. İnsandan önce başka insanların bulunduğu ve insanın bunların yerine halife yapıldığı anlatımları da varsayımdan öteye geçmeyip insanın kimin/neyin halifesi olduğu sorusuna cevap bulmak için ortaya atılmış bir düşüncedir.

Allah, insanı yaratmış, yeryüzünde o güne kadar muhatap aldığı meleklerin ve cinlerin yerine, beşer olarak yarattığı ve akıl, irade, vicdan ve muhakeme vererek sorumluluk yüklediği insanı onlara halife yapmıştır (2 Bakara/30).

Teokrasi ve İslam:

Allah’ın temsilcisi olduğunu söyleyen Teokratik kilise tahakkümünden kurtulmaya çalışırken Batı, ahireti dışlayan veya öteleyen bir anlayışla sekülerizme müptela olmuştur. Bu, Kur’an’ın ısrarla vurgulayıp eleştirdiği ‘dünya hayatını ahirete tercih etme’(14 İbrahim/3; 16 Nahl/107; 87 A’lâ/16) anlayışı olup İslam inançlarıyla taban tabana zıttır. Sekülerizm, Kur’an’ın tanımıyla derin bir sapkınlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yönüyle Sekülerizm ve Laiklik hayatı bölmek ve yaratanı belli alanların dışına itmek tutumuyla kadim bir sapma olarak köklü bir geleneğe sahiptir”[17].

Bizans’ta yöneticinin, kralın veya siyasi iktidarın doğrudan, kendisine dayalı insanüstü bir gücü ve ruhaniyeti yok. Bu anlamda doğudaki yönetici, direkt tanrıyı temsil etmiyor. O bakımdan insanüstü bir güce ve otoriteye de sahip değildir. Siyasi otorite olarak ona da itaat ediliyor ama bu itaat ibadet anlamında değildir. O da tanrının kendisine verdiği hakkı ve yetkiyi kullanan birisi olarak tanınıyor. O, bu yetkiyi Papadan, kiliseden alıyor. Bu durumda yeryüzünde tanrının temsilcileri olarak yanılmazlığa, ruhaniliğe kilise kurumu ile birlikte Hıristiyan papazları sahiptir. Bu vasfı nedeniyle de papalığa itaat edilmektedir. Dolayısıyla aydınlanma dönemine kadar geçecek dönemlerde, papa, dünyevi iktidarı da atayan, yöneten veya onaylayan bir otoritedir. Çünkü hem dünyevi (sekilium-laikus) hem de uhrevi (manevi-ruhani) alanların yönetimi sadece kiliseye aittir. Bu bakımdan Papanın onayladığı yönetici dolayısı ile tanrının dünyevi temsilcisi olmaktadır.  Batıda kapitalist üretim tarzı ile tarih sahnesine çıkacak olan burjuva sınıfı, Hıristiyanlığın Protestan yorumu, yeni kentlilik, hep birlikte yeni bir dünya (civilizasyon) kuracak, bu dünyada alan ayrışmasına gidilecek, kilise dünyevi alanı yönetmekten uzaklaştırılarak sadece manevi alanı yönetme yetkisine sahip kılınacaktır. Bundan böyle de dünyevi alanla ilgili olarak bilgi üretimi, bilginin kaynağı, insan tanımı, hayat ve varlık algısı hepten değişecek, yeni bir insan tipi ve toplumsal yaşam tarzı inşa edilecektir. Bu alan, dünyevi hayat, böylece dinden, dini referanstan tamamıyla kopacaktır. İşte sekülerizm, laiklik, cumhuriyet ve demokrasi yapılanması da bu gelenekten ve bu toplumsal tarzın uygulamasından çıkacaktır. Günümüzde tüm dünyaya (küresellik) kurulmaya çalışılan toplumsal yapılanma tarzı işte budur”[18].

Saltanat dönemlerinde din istismar edilerek yönetim teokratikleştirilmiştir. “Teokrasi, siyasi gücün, yani iktidarın meşruiyetinin Tanrıdan geldiğine inanılan, iktidarın ancak Tanrının yer yüzündeki vekilleri tarafından kullanılabileceği inancına dayanan devlet yönetimi veya siyasi düzenin adıdır. Yahudilerin büyük hahamlarınca yönetilen siyasi rejim ve orta çağ boyunca Kilise ve Papalarının yönetiminde olan devlet şekli teokrasi olarak nitelenmiştir.

Teokrasi, tam bir din istismarına dayanan rejimdir. Çünkü iktidarda olanlar, Tanrının iradesinin ne olduğunu kendi yorumlarına göre belirledikleri gibi, Tanrıyı kendi iktidarlarının devamı için de kullanmakta, çıkar ve kaprislerine alet etmektedirler.

Müslüman toplumların tarihinde-İslam’da din adamı sınıfı olmadığı için-teokratik yönetimlerin olmadığı kanaati yaygındır. Fakat saltanat döneminde dinin istismar edilmediğini söylemek yanlış olur. Dört halife dönemini istisna edecek olursak, bütün saltanat dönemleri boyunca sultanlar iktidarlarını “güç” ile elde ettikleri halde onun devamı için dini kullanmışlardır.

Örneğin, Muaviye, Sıffin’de askerlerine şöyle bir konuşma yapmıştır: “Allah’ın takdiri sonucunda kader bizi yer yüzünün bu bölümüne sürükledi. Bizi ve Iraklıları karşı karşıya getirdi. Biz Allah’ın takdirine razıyız”.

Yine başka bir konuşmasında, “Yer yüzü Allah’ındır, ben de O’nun naibiyim. Dolayısıyla elime aldığım her şey bana aittir, insanlara bıraktığım ise onlara lütfumdur” diyordu.

Görüldüğü gibi Muaviye, “cebr” düşüncesiyle iktidarını (meşrulaştırmak ve) pekiştirmek istiyordu.

Şia mezhebindeki İmamet’in imanın esaslarından olduğu ve imamların Allah tarafından tayin edildiği görüşü de teokrasi ile benzerlik arzetmektedir.

Muaviye ve Emevi sultanları dini kullandıkları gibi, onları yıkıp yerlerine geçen Abbas oğulları da aynı şeyi yapmıştır. Abbasi devlet yönetimi modeli, (Şahlar Allah’ın nurunu temsilcileridir, inancından dolayı-İS) Sasani imparatorluğu (İran) modelinden çokça etkilendiği için Abbasi yönetimi teokrasiye oldukça yakındı. Abbasi halifeleri kendilerini Allah’ın iradesinin yer yüzündeki temsilcisi olarak görüyorlardı (es-sultan zillullahi filardi). Halife, yer yüzünde Allah’ın gölgesi olarak görüldüğü için Abbasi halifeleri lakaplarını hep Allaha izafe ediyorlardı. (Zillullah, Kaim biemrillah, Muiz lidinillah, Mütevekkil Alallah vs). Örneğin, Abbasi halifesi Cafer el-Mansur (7554-775) halka yaptığı bir konuşmasında şöyle diyordu:

“Ey insanlar! Allah’ın bize bahşettiği hak ve verdiği yetki ile sizlerin başına geçtik ve sizleri yönetiyoruz. Ben Allah’ın yer yüzündeki naibi ve onun mülkünün bekçisiyim”.

Osmanlı şehzadelerinden Cem Sultan, kardeşi Bayezid ile girdiği iktidar kavgasında yenik düşmüş ve Hicaz’a sığınmıştı. Bayezid ona yazdığı bir mektupta “Kardeşim, sen de biliyorsun ki mülkü (saltanatı) takdir eden Allah’tır. Neden kaderine razı olmuyorsun?” diyordu.

Sonuç olarak, din ile pratik, reel siyasetin ayrılmadığı orta çağ boyunca siyaset, dini sürekli kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır. Bu da hem dinin hem Müslümanların aleyhine olmuştur”[19].

 

 


[1] -Bkz. Menar Tefsiri, 1/360-361, çeviri, heyet, Ekin Yayınları, İstanbul 2011; H.Musa Bağcı, İnsanın Kaderi Hadislerin Telkin Ettiği Kader Anlayışı, 82, Ankara Okulu, 2009

[2]-Bakara/30 ve “halife” kelimesinin geçtiği bütün ayetlerde yaratmak anlamındaki “halaka” fiili yerine,  yapmak, etmek, kılmak, atamak, gibi anlamlara gelen “caala” fiili kullanıldığı halde, Bakara/30.ayetteki “caale” fiili meallerin çoğunda “yaratacağım” şeklinde hem de gelecek zamanla çevrilmekte ve meleklerin insanın yaratılışına itiraz ettikleri söylenmektedir. Oysa bu anlayış ve ona göre yapılan çeviri yanlıştır. Çünkü bu diyalog gerçekleştiğinde beşer önceden yaratılmış olup yaşıyordu. Henüz aklı ve muhakemesi bulunmadığı ve helal-haram bilgilerine de henüz sahip olmadığından yaşamak için yer yüzünde gerektiğinde fesat çıkarıyor, kan döküyordu. Melekler insanın yaratılmasına değil, kendilerinden sonra onun muhatap olarak halife yapılmasına itiraz ediyor veya şaşkınlıklarını belirtiyorlardı.

[3]-Mesela Muhammed Abduh-Reşid Rıza, Menar Tefsiri, 1/361; M.Said Hatiboğlu, Kültürel Mirasımızı Tenkid Zarureti, 41, 44, Otto Yayınları, Ankara, 2009, Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, 159, Beyan Yayınları, İstanbul, 2003, Raşid Ğannuşi, Laiklik Ve Sivil Toplum, 143, çeviri, Gülşen Topçu, Mana Yayınları, İst. 2010; Hayrettin Karaman, İslam ve Şeriat, Yeni Şafak, 11 Şubat 2010 ve İslam Siyaset Teorisi, Yeni Şafak, 12 Şubat 2010.

[4]- Mesela Hasan Basri’nin “insana halife denilmesini, nesillerin birbirinin ardından gelmesi olarak açıkladığı belirtilir. Bkz. M.Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, 1/57, Beyan Yayınları, İstanbul 2012,  Taberi, 1200 ve İbni Atiyye, 1218’den naklen.

[5]-Kişilerin ve toplumların başkasının yerine geçmesi ve halife olmasıyla ilgili ayetler için bakınız: 6 Enam/165; 6 Araf/69, 74, 142, 150, 169; Yunus 10/14, 73; 19 Meryem/59; 27 Neml/62; 35 Fatır/39; 38 Sâd/26; 43 Zuhruf/60; 57 Hadid/7.

[6] - Nuri Yılmaz, İslami Yorum, İslam’da Muhalefet Fikri Neden Olumsuz Manalar Çağrıştırıyor? Makale: 2, sayfa 23-24, yaz 2011, sayı 6, yine bkz. www.islamiyorum.com.

[7]-Hz. Ebu Bekir’in kullanmayı reddettiği Halifetullah unvanını, İslami konularda duyarlılığı bilinen Ömer b.Abdülaziz de kullanmayı reddetmiştir. Bkz. Mehmet Azimli, Halifelik Tarihine Giriş, 7, Öykü, Konya, 2005.

[8]-Mehmet Azimli, Halifelik Tarihine Giriş, 4-7. Öykü Kitabevi, Konya 2005. Rivayetin uydurma olduğuna ilişkin bakınız: M. Nasıruddin el-Elbani, Silsiletu’l-Ehadisi’z-Zaife ve’l-Mevdûa, 4/160, Hadis no, 1661, Riyad, 1988.

[9] -Ramazan Yazçiçek, Türk Müslümanlığı, 41-46, Ekin Yayınları, İstanbul 2008.

[10]-Ramazan YAZÇİÇEK, “İslâm, Laiklik ve Sekülerizm Ekseninde Devlet”, Bilge Adamlar, Van, Kasım 2012, Yıl: 10, s: 31, s. 42-50; Yine bakınız. M.Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, 1/57

[11]-Mustafa Özkan, Emeviler Döneminde İktidar-Ulema İlişkisi, 83-84, Ankara Okulu, Ankara 2008

[12]-Mustafa Özkan, age, 101. Kaynaklarına yerinde bakınız.

[13]-Bkz.Vecdi Akyüz, Hilafetin Saltanata Dönüşmesi, 94, Dergah Yayınları, İstanbul, 1991, Selçuk Özçelik, Anayasa Hukuku, 138 ve H. Nail Kubalı, Anayasa Hukuku, 147’den naklen.

[14]-Abdülaziz Bayındır, Din ve Devlet İlişkileri, Teokrasi ve Laiklik, 84, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999

[15]-Bilgi için bakınız; Ahmet Yaşar Ocak, Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, 141-182, 253-278, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005; Dr. Harun Yıldız, Anadolu Aleviliği, Araştırma Yayınları, Ankara 2004; Şinasi Gündüz, Anadolu’da Paganizm Antik Dönemde Harran ve Urfa, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2005.

[16]-Yüz yirmi dört bin Peygamber” inancı veya söylemi, İsrailiyat bilgilerinden olup İncil’deki “İsrailoğullarının her sıbt/boy’undan on ikişer bin olmak üzere Musa Şeriatının yetiştirdiği yüz yirmi dört bin peygamber” (Yuhanna Vahyi, 7/1-8) bilgisinden kaynaklanmaktadır. Bu konudaki rivayetlerin sahih olmadığına ilişkin bilgi için M. İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, 6/245, çeviri, Mustafa Altınkaya. Ekin yayınları, 1997) ve Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak (2009) kitabımızdaki Kaç Peygamber Gönderildi? başlıklı dipnota bakınız. Yüce Allah, “Onlardan bazılarını sana anlattık, bazılarını anlatmadık” (4 Nisa/164; 40 Mümin/78” diyerek peygamberlerin bazılarını bildirmediğini söylediği halde Hz. Peygamberin kendiliğinden peygamberlerin sayısını bilmesi mümkün değildir. Çünkü bu gayble ilgili bir bilgi olup yüce Allah ona bu bilgiyi vermediğini belirtmiştir. Başka bir deyişle, Rasulullah’ın peygamberlerin sayısını bildiğini ve bildirdiğini söylemek, Kur’an’ın söyledikleriyle çelişmektedir.

[17] - İlhami Güler, “Dünyanın Başına Gelen Derin Sapkınlık: Dünyevîleşme”, İslâmîyat, Ankara 2001, c: IV, s: 3, s. 35-58; Ramazan YAZÇİÇEK, “İslâm, Laiklik ve Sekülerizm Ekseninde Devlet”, Bilge Adamlar, Van, Kasım 2012, Yıl: 10, s: 31, s. 42-50.

[18] -Hüseyin Alan, Siyerin Gölgesinde I, Hz.Peygamber Öncesi Mekke Ve Arabistan, 159-161.

[19] -İlhami Güler, din’e yeni yaklaşımlar, 81-82, Ankara Okulu, 2012.

Kur'an'i Hayat Dergisi
Kur'an'i Hayat Dergisi

Bu sayfa, Kur'ani Hayat Dergisi'nin resmi sayfasıdır. Dergiyi tanıtma amacıyla kurulmuştur.

Yorumlar