Tarihte siyasi açıdan başarıya ulaşan monoteist öğretilerin ilk etapta öğretiyi kabul eden kabileleri teşkilatlı bir ulus haline getirdiği ve bu toplumsal birliğin monarşik bir krallığa evrildiği görülür.
Kur'an'i Hayat Dergisi
Dinleri ve inançları değerlendirirken çoğu zaman oluştuğu dönemin toplumsal koşullarını hesaba katmama gibi bir yanlışa düştüğümüz gibi, eski dünya insanlarının politik hedef ve ütopyalarından bağımsızmış gibi algılarız. Keza bu da benzer bir yanlışa kapı aralamış olur. Yine bir peygamberin ya da tarihte ün kazanmış politik bir eylemcinin savaşımını destansılaştırıp, ölçütleştirerek tüm zamanları o kişinin zamanına bağlı kılma çabasıyla, söz konusu isimlerin uzak hedeflerini hep ıskalarız. Örneğin Hz. İbrahim ve kurban kıssası sanki Allah’ın çok ihtiyacı varmış gibi “kulun teslimiyeti” ile ilişkilendirilir, kıssanın altında yatan “Rabbi’nin katında saygınlık kazanmak ya da saygınlığını korumak için de olsa bir yaşamı yok etme hakkına sahip değilsin” biçimindeki ahlaki gerekçe hiç dillendirilmez. Özetle insanlar arasında inanılan bir değer ya da kavram işlevsel olarak okunduğunda insan yaşamı açısından çok belirgin bir sorunu çözer ya da çözüm önerisi getirir. Fakat inançlar bir süre sonra işlevsel değil de ontolojik okunmaya başlanınca inançların insan yaşamı açısından taşıdığı değer ortadan kaybolur, oluştuğu dönemde somut sorunların çözümü olan din ilerleyen zamanlarda soyut ve metafizik kavramlar hazinesine döner. Böylece artık din gerçek işlevini yitirir, insanlar din kardeşimiz dediklerini hiçbir vicdani sıkıntı çekmeden aldatır, ezer hatta yok edebilir.
Öte yandan bütün dinler oluşum ortamında hem bir yaşam tarzının eleştirisi ve reddiyesi olarak gelişmiş hem de toplumdaki insanlara yeni değerler öğretmiş, yeni hedefler göstermiştir. Bu hedefler ahlaki ve toplumsal olduğu kadar politiktir de. Zira bir inanç sisteminin din haline gelebilmesi için kesinlikle bir topluma gereksinim vardır. Bir insan kişisel olarak neye inanırsa inansın, hangi değere bağlanırsa bağlansın söz konusu inanç ya da değer en az iki kişinin ortak kabulü olmazsa bireysellik sınırlarını aşamayacaktır yani psikolojik düzeyde kalacaktır. Kısacası bir inanç ya da değerin sosyal bir kimlik kazanabilmesi için kesinlikle toplumsal dolayısıyla politik bir izdüşümünün hatta açıkça politik bir hedefinin olması gerekir. Bu açıdan bakıldığında din kavramını politik hedefleri olan bir öğreti olarak tanımlamak mümkündür. Zaten “din” sözcüğü köken olarak Akadca’ya dayanır ve orijinal dilindeki anlamı “yargı, yasa” demektir. Yani toplumu toplum yapan değerler ve yasalar bütünüdür. Hatta bu bağlamda dini bütünüyle politik bir kurum olarak niteleyebiliriz. Yeryüzünde mevcut olan bütün inanç sistemlerinin politik bir düzeni temsil ettiğini söylemek gerekir. Tarihe bakıldığında uluslaşma ya da ümmetleşme ya da adı ne olursa olsun herhangi bir toplumlaşma modelini tamamlayamamış coğrafyalarda inanç sistemlerinin dağınık olduğu görülür. Örneğin Afrika kabilelerinde her kabilenin kendine özgü bir kutsalı ya da ilahı olması bu coğrafya insanlarının topluluktan toplum düzeyine geçemediklerini göstermektedir. Diğer yandan bir panteonun yer aldığı politeist bir toplum tipi gerçekte kabileler konfederasyonunu simgelemektedir. İslam öncesi Mekke toplumunda inanç ve politik düzen bu minval üzerineydi. Gerçi insanın kendi eliyle bir heykel ya da sembol yapıp karşısında rükû ve secdeye kapanacak kadar ahmak olabileceğine inananlar Mekke’deki çok tanrılı düzenin bir tapınma hiyerarşisi olarak değerlendirebilir. Fakat durum elbette böyle değildir. O dönemde Ka’be’nin ev sahipliği yaptığı çok tanrılı düzen kabileler arasındaki uzlaşıyı, hukuku ve üstünlük hiyerarşisini belirliyor, Ka’be’de putu ya da totemi olan her kabile toplumsal düzenin bir parçası olmaya hak kazanıyordu. İslam bu düzene şirk adını veriyor ve en büyük zulüm sayıyordu. Zulüm yani haksızlık tanrı sayısıyla ilgili değil de insanlar arasında hüküm süren eşitliksizlerle ilgili bir durumdu. Ka’be tanrıları arasındaki hiyerarşinin izdüşümü insanlar arasında ayrıcalıklı bir hukuk, haksız bir gelir dağılımı, efendi-köle ilişkileri biçiminde tecelli ediyordu. Böyle bir ortamda her türlü dünya nimetinden aslan payını elbette o dönemdeki Kureyş ulularıydı. Hal böyle olmasına karşın Mekke’deki politik düzende Daru’n-Nedve adında bir istişare meclisinin bulunduğunu da söylemek gerekirdi. Kentin geleceğiyle ilgili kararlar bu mecliste alınır, kabileler arasındaki iş bölümünün sınırları burada belirlenirdi. Örneğin Hz. Muhammed’i öldürme kararı burada alınmış ve bu suikast sorumluluğu bütün kabilelere dağılacak biçimde bu mecliste planlanmıştı. Fakat ayrıcalıklı, köleci bir toplum düzenini desteklediği için politeizm yani çok kutsallı inanç sistemi kabilelerden üst bir toplum oluşturamıyordu. Böyle bir toplumlaşma modelinde insanların kutsal sayıları alabildiğine az olmalı, mümkünse teke düşmeliydi. Bir coğrafyadaki kabileleri birleştirmek için hepsini aynı inanç, aynı ülkü ve bu esaslar üzerine bina edilecek olan hukuk çerçevesinde toplamak gerekecekti. İşte bu yeni toplumlaşma elbette monoteist / tek tanrılı bir öğretiyle olacaktı. Çünkü kitleler ancak ortak bir kutsal çevresinde kader ortaklığı edebilirdi ve ancak aynı kutsala inanan topluluklar teşkilatlı birer büyük toplum olabilirdi[1].
Tarihte siyasi açıdan başarıya ulaşan monoteist öğretilerin ilk etapta öğretiyi kabul eden kabileleri teşkilatlı bir ulus haline getirdiği ve bu toplumsal birliğin monarşik bir krallığa evrildiği görülür. Hz. Musa’nın insanları köleleştiren Firavun’un baskısından kurtararak tek tanrı inancı çevresinde örgütlediği 12 kabile bu konsorsiyumu genişleterek büyük bir ulus oluşturmuş ve bu politik yolculuk Antik İsrail Krallığı’nın kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Sonraki dönemlerde monoteizm zayıflayıp, monoteizmin bir parçasıymış gibi ortaya çıkan kutsallarla toplum parçalanınca söz konusu krallık tarihe karışmıştır. Moğol hükümdarı Cengiz de öncesinde 99 tanrı inancı sahibi Moğol kabilelerini imparatorluğunun resmi inancı ilan ettiği tek tanrı (Gök Tanrı) inancı etrafında toplayarak büyük bir ulus oluşturmuş ve bu ulusla o zamanki dünyanın neredeyse yarısını ele geçirmiştir. Bu açıdan bakıldığında Hz. Peygamber politik anlamda Arap kabilelerini tevhid ekseninde birleştirip ümmet / ulus düzeyinde teşkilatlı bir topluluk düzeyine yükseltmiş ve ardından vefat etmiştir. Hz. Peygamber’in akabinde devlet reisliği öncelikle Kureyş ulularının tekelin[2], ardından Kureyş’in içindeki bir aile olan Emeviler’in tekeline geçmiştir. Hilafeti mutlak monarşiye dönüştürdükleri için çokça eleştirilen Ümeyyeoğulları ve özellikle Muaviye bin Ebi Süfyan gerçekte parçalanmakta olan bir toplumu yeniden toparlayıp birleştirmiştir. Şurası bir gerçektir ki tek tanrıya inanan toplumların idaresi ancak merkezi güçlü bir otoriteyle istikrar bulmuştur.
Şimdi eğri oturup doğru konuşacak olursak kitlelerden tek ve aynı tanrıya inanmalarını, aynı etik ve hukuki ilkelere bağlı uymalarını, aynı günleri kutsamalarını, aynı ritüelleri yerine getirmelerini istemek günümüzde çok eleştirdiğimiz tektipleştirmek kapsamını girmiyor mu? Demek ki adına ister dini söylemle ümmet ister seküler olarak ulus diyelim her türlü toplumlaşma modeli insanların farklı renklerini teşhir etmeyi değil, farklılıklarına karşın bir ve bütüncül bir yapı oluşturmayı esas alıyor. Çünkü dirlik ve güç için mutlaka birlik gerekiyor. İşte tek tanrılı bir inanç sistemi bu birlikteliği eski dünyada sağlayan şüphesiz en büyük dinamiktir. Tek tanrılı bir din varlıklar üzerinde mutlak egemenlik sahibi bir yaratıcı inancı çevresinde biçimlendiği için bu modelle birliktelik sağlamış bir toplumun yöneticisi de mutlak yetkiler sahibi ve otoriter biri olması gerekir. Zira metafiziksel anlamda tanrı kavramının ifade ettiği anlam fiziksel dünyamızda insanlar arası ilişkilerde hakem olma görevini, rızık paylaştırmayı gerçekleştiren güç devlete yüklenmiştir. Bu bağlamda klasik dönem İslam kelamcılarının Allah’ın sıfatları konusundaki tartışması aynı zamanda devletin nitelikleri tartışması olarak okunabilir. Özetle söylemek gerekirse monoteist öğretinin üreteceği yönetim biçimi monarşidir. Tarih bunu göstermiştir. İslam’ın getirdiği özgürlükler, haklar ve eşitlikler üzerinden İslam ile demokrasi arasında organik bir bağ kurmaya çalışanlar şahsımı İslam’ı anlamamakla itham edeceklerdir. İslam’ın şurayı emrettiğini söyleyecekler vesaire… Fakat bir öğretinin pratiği de vardır değil mi? Hatta yüzyıllarca uygulanan bir pratiği… İslam toplumları yüzlerce yıl monarşiyle idare edilmiştir. Tabi burada yönetim biçimlerinden bahsederken monoteizm’in monarşiyi ürettiği iddiası monoteizm için sanki bir eleştiri gibi gözüküyor. Fakat yapmaya çalıştığım bir eleştiri değil bir saptamadır. Ayrıca bir inanç sisteminin saygınlığı demokrasi üretip üretmemesine bağlı değildir. Rejim ya da sistem fetişizmi yapmaya gerek yok. Zaten demokrasi vaatlerinin Ortadoğu’ya getirdiği barış, sevgi, huzuru yıllardır hepimiz görüyoruz. Zira bir ülkeyi sistem değil insan yönetir.
.......................................................................................................................................
[1] Bu bağlamda pek çok toplumbilimci ve siyaset bilimci devletler büyüdükçe tanrı sayısının azaldığını saptamışlar hatta aralarından monoteizmi imparatorlukların inancı olarak niteleyenler çıkmıştır.
[2] Bu konuda Hz. Peygamber sonrasında Ensar’ın politik faaliyetlerde hiç yer almamasını belki de alamamasını anımsamak gerekir.
Yorumlar