İslam’ın şura sistemi ile paralel uygulamalar benimsendiği taktirde insanın huzuru ve kurtuluşu için İslam’ın her devirde ve her yönden en mükemmel sistem olduğu, bireylerin dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayan tek yol olduğu görülecektir.
Kur'an'i Hayat Dergisi
İslam, bütün insanların aynı soydan geldiğini söylemesine ve üstünlüğün yalnızca takvada olabileceğini inanç olarak kararlaştırmasına karşın (Hucurat 49/13), din anlayışı Müslümanlar arasında hicri birinci yüzyılın ikinci yarısında başlayan babadan oğula geçen saltanat milliyetçiliğine, Kureyşilik, Ehli Beyt ve masum imam milliyetçiliğine, şeyh ve tarikat milliyetçiliğine, mezhep ve meşrep milliyetçiliğine, kavim ve soy milliyetçiliğine, askeri cunta yönetimlerine dönüşmüştür. Yüzyıllardan beri Müslüman halkların anlayışı bu milliyetçiliklere göre oluşmakta ve yönetim bunlara göre şekillenmektedir.
İslam’ın öngördüğü şuraya dayanmayan ve halkın biatı/onayıyla oluşmayan saltanatın nasıl teolojik bir çerçeveye kavuşturulduğunu görmek için Osmanlı’nın son günlerinde Belçika Anayasası’ndan kopya edilerek hazırlanmış olan Kanun-i Esasiye bakmak yeterlidir. Şeyh Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi’nin halifesi olan şeyh Ömer Ziyauddin Dağıstani’nin, bütün hükümlerinin Kur’an ayetlerinden ve Rasulullah’ın hadislerinden alındığını (!) söylediği bu anayasanın beşinci maddesi bunu aynen şöyle tescil etmektedir:
“Zat-ı Hazret-i Padişahî’nin nefs-i hümayunları mukaddes ve gayri mes’uldur.” (Padişah hazretlerinin kendisi kutsal ve sorumsuzdur)”[2].
Şeyh Dağıstani, 1908 yılında yayınlanan Hadis-i Erbain fi Hukuki’s-Selâtin kitabında Padişahın şahsının kutsal ve sorumsuz olduğunu belirtmek için, Allah’ı tanımlayan “O yaptığından sorumlu değildir, ama onlar yaptıklarından sorumludurlar” (21 Enbiya/23) anlamındaki ayeti sultanlar için kullanmaktan da çekinmemiştir. Şeyh’e göre padişahın kendisi kutsal olup yaptıklarından bu dünyada sorumlu değil, ancak ahirette sorumlu olur. Çünkü padişah -haşa, Allah gibi- yürütmenin başı olarak kendisinin üstünde bir makam olmadığından onu kimse sorgulayamaz. Sorgulamaya kalkışırsa fitne olur ve fitne katilden büyüktür (2 Bakara/191)[3].
Böylece zamanla hayatı yönlendiremez ve ihtiyaçları karşılayamaz duruma gelen dinin teokratik ve monarşik yönetimine alternatif aranmış, Batı’nın pozitivist aydınlanmacı felsefesiyle yetişen ve Allah’ın Kitabında ortaya koyduğu dini toplumun önüne koymaktan uzak bulunan aydınlar özellikle ülkemizde görüldüğü gibi dışarıdan felsefeler, sistemler ve hukuk, kısaca yönetim sistemi ithal ederek toplumu onlarla yönetme ve başkalarını taklit etme yoluna gitmiştir. Müslümanların düşünce ve pozitif bilimler alanındaki geriliği karşısında ithal edilen sisteminin sağladığı birtakım imkanlara bakarak insanlar ne yazık ki modern cahiliye hayatına mahkum olmaktadırlar.
“Asırların birikimiyle sürüp gelen bu zaaflar, İslâm dışı ideolojilerin ve özellikle Batı’daki siyasal, kültürel ve teknolojik gelişmelerin dayatmasıyla birleşince, içinde bulunduğumuz yüzyılın başlarında, İslâm’ı temsil eden son siyasî otorite de dağılıp parçalanmış; yerini, birtakım küçük siyasi yönetimlere bırakmıştır. Bu yönetimler, özellikle galipleri konumundaki Batı karşısında mağlup milletler psikolojisi ile İslâmî kimliklerini süratle yitirmeye başlamıştır. Batı’nın geliştirdiği siyasî ve kültürel değerler karşısında, ya laik bir siyasî çözümü benimsemiş, yani dini, sadece ‘kişisel inançlar’ seviyesine indirgeyerek İslam’ın siyasal ve toplumsal yönünü ve fonksiyonunu reddetmiş; ya da zahiren İslam’ın siyasi otoritesini kabul etmiş görünmekle beraber, yine galiplerin dayattığı değerlerle varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. Bütün bunların yol açtığı kimlik krizi, artık parça parça olmuş -sözüm ona- İslâm âleminin, galipleri tarafından sömürü odağı haline gelmesine sebep olmuştur”[4].
Kültürün oluşturduğu monarşik ve teokratik bir yönetim sisteminin İslam olmadığını, aksine dünyanın geldiği en modern ve mükemmel kabul edilen demokrasiden İslam’ın daha mükemmel olduğunu uzmanları bilmektedir. Bunu görmek için önce İslam’ın yönetim sistemi olan Şûra sistemine bakalım.
İslam’ın Yönetim Sistemi Şûra:
“Yönetim işlerinde onlara danış.” (3 Âli İmran/159) ve “Yönetim işleri aralarında danışma ile yürütülür.” (42 Şûra/38) ayetleri İslam’da yönetim sisteminin şura olduğunu söylemesine ve hem Rasulullah’ın hem Râşid Halifeler’in uygulamalarının şuraya dayanmasına karşın, hem klasik Arap geleneğinde bulunan hem o çağda dünyada egemen olan soya dayalı monarşik yönetim anlayışı çok geçmeden İslam’ın yolunu kesmiş ve günümüze kadar toplumun yönetim anlayışı olmuştur. Çok geçmeden de bu uygulama hukuk, politika, yönetim, itaat ve muhalefet anlayışına boyasını vurmuş ve bu şekilde oluşan kültür bugüne kadar sanki İslam’ın kendisiymiş gibi Müslümanları yönlendirmiştir. Kültürümüzdeki “Sultan Allah’ın gölgesidir” ve “İnsan Allah’ın halifesidir” türünden söylemler de bunun uzantısıdır. Bu gerçeği İran’ın önceki cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi şöyle belirtir:
“Bizim en büyük tarihi sorunumuz, Farabi’nin ifadesine göre tek adam otoritesi ve geleceğimiz üzerindeki hegemonyasıdır. Bunun kökleri İslam’dan öncesine kadar uzanır. Hatta bu, Sasani döneminin sonlarında yazılı bir metin haline gelecek şekilde teolojik bir çerçeveye bile kavuşmuştur.(…).
Hz. Peygamber’in ve bir dereceye kadar ondan sonraki halifelerin, özellikle de İmam Ali’nin döneminde ümmetle kurulan ve Şûra, Biat, Maslahat, Toplum ve benzeri kavramları önemseme temeli üzerine oturan sağlam ilişkiyle birlikte Müslüman insanın önünde yepyeni bir ufuk açılmıştı. Eğer bu ufuk varlığını devam ettirebilseydi ve fikir üretimi ile desteklenebilseydi kuşkusuz İslam ümmetinin geleceği bambaşka olurdu”[5].
Şüphesiz dünyada ve ahirette insanların mutluluğunu vadeden bir dinin veya yönetimin bunu gerçekleştirebilmesi için evrensel olması, her dönemde uygulanabilir ve sürdürülebilir olması, bunun için gerekli kurallara ve hükümlere sahip olması gerekir. Bu nitelikleri Allah’ın vahyi olan İslam’dan başka ideolojilerde ve yönetim sistemlerinde görmüyoruz. Çünkü hemen tamamı teokrasiye dönüşmüş olan başka dinler bu niteliklere sahip olmadığı gibi, beşerî ideolojilerin ve sistemlerin zaten Allah’a kulluk, helal haram ve ahiret gibi bir derdi yoktur. Bunu görmek için onlardan demokrasiye bakalım.
Demokrasi:
“Demokrasi, kamuya ait doğruların ve yararların kamunun iradesi ile (eliyle) deneme-yanılma yoluyla bulunmasını öneren bir sistem olması dolayısıyla; aile, tek kişi, çıkar grubu, ordu, kilise vs. yönetimlerinden daha doğru olduğu açıktır. Demokrasinin Avrupa’da entelektüel bir çabanın yanında, egemen çıkar gruplarına karşı ezilenlerin verdiği bir sınıf mücadelesiyle ortaya çıkan bir denge olduğu da bilinmektedir. Fakat bu sistem, hala büyük sermaye gruplarının kitle etkileşim ve iletişim araçlarıyla halkı manipüle etmesi ve karar mercilerini çıkar vaadi ile yönlendirmesine karşı etkili bir şekilde kendini ortaya koyamamaktadır. Böylece sistem kolayca bir temsil ve oy verme mistifikasyonuna dönüşmektedir.”[6]
İslam ile demokrasi üç tez halinde değerlendirilmektedir. 1-İslam’ın demokrasi ile bağdaşmadığı tezi, 2-İslam’ın ve demokrasinin uyuştuğu tezi, 3-İslam’ın demokrasiyi gerektirdiği tezi.[7]
1-Birinci tezle ilgili olarak başta merhum Seyyid Kutub ve Mevdudi olmak üzere çağımız İslam düşünürlerinden İslam ile demokrasinin bağdaşmadığını savunanlar çoktur. Onların bu sonuca varmalarında İslam’ın mükemmel yapısı rol oynadığı gibi, demokrasinin dayandığı çok tanrılı Eski Yunan, Roma ve çağdaş Batı kültürü ile onu temsil eden sömürgeci Batı ülkelerinin yaşadığı cahiliye hayatı, İslam coğrafyasındaki haksız ve ahlaksız uygulamaları ve tahribatları gibi kültürel, politik ve sosyal etkenler de büyük rol oynamıştır.
Bunu görmek için mesela Mısır’da Müslüman Kardeşlerin (Hürriyet ve Adalet Partisi)’nin iktidarına karşı yapılan askeri darbeyi işine geldiği için açık veya gizli olarak Batı’nın desteklemesine, hatta darbenin hemen sonrasında Almanya’yı ziyaret eden darbeci Sisi’nin kırmızı halı ile karşılanmasına bakmak yeterlidir. Bütün bunlar demokrasinin bir kutsalının olmadığını ve Cahiliye Araplarının taptığı, acıktığında dönüp yediği helvadan putlar gibi sahiplerinin heveslerine göre şekillenen bir hayat sistemi olduğunu gösterir[8].
Bu gerçekler karşısında acaba hangi ahmak veya hain Batı’nın demokrasisine sempati duyacak yahut toplumunda bu kelimenin kullanılmasına sıcak bakacaktır!
2-Bir de İslam ile demokrasinin bağdaştığı tezini savunanlar vardır ki düşüncelerini kanıtlamak için İslam siyaset düşüncesinde etkili olmuş icma, biat ve şûra gibi bazı kavramlara başvururlar. Bunlar şura’nın yönetimin danışma ile olmasını gerektirdiği, icma’nın bir düşünce veya uygulama üzerinde gerek ulemanın ve gerekse toplumun genelinin ittifakı olduğu, biat’ın da yöneticiyi onaylayıp onaylamama konusunda toplumun konsensüsü anlamına geldiği ve bu üç ilkenin aynı zamanda İslam’ın ve toplumunun demokratik bir toplum olduğunu gösterdiğini savunurlar. Doğrusu, demokrasi her üç kavramla ifade edilen şeyleri içeriyor olsa bile, aşağıda göreceğimiz gibi İslam’la bağdaşması veya ona alternatif olabilmesi mümkün değildir.
3-İslam’ın demokrasiyi gerektirdiği tezine gelince; “artık günümüzde demokratik yönetimin Müslüman ülkeler için İslami açıdan bir seçenek değil, adeta bir zorunluluk haline geldiği ve çağdaş bir yazarın ifadesiyle “demokratikleşme olmaksızın İslam coğrafyasının hiçbir bölgesinde istikrarlı siyasi bir düzen kurulamaz” şeklinde bir anlayış olduğu görülür.[9]
Bu yaklaşımı seslendiren yazarlardan bazılarının İslam’ın sabit öğretilerinin ve değişmez hükümlerinin egemen olduğu bir sistem içinde geleneksel tek adam yönetimi yerine halkın yöneticilerini seçmesi, denetlemesi ve gerektiğinde değiştirmesi, anlamında bir demokratik yönetim istedikleri bir gerçektir. Bu anlayışın bir yere kadar haklılık payı olduğu açıktır. Çünkü İslam’ın şûra yönetim sistemi, yöneticilerin halkın oylarıyla seçilmesini ve uygulamanın halkın denetimine açık olmasını gerektirdiğini biliyoruz. Bunun ilk uygulamasını, yerine birini yönetici olarak tayin etmeyen Resulullah’ın vefatının ardından müminlerin kendi oylarıyla Hz.Ebu Bekr’i halife seçmesinde ve denetlemesinde görüyoruz. Nitekim halife seçilen Hz.Ebu Bekr’in halka yaptığı ilk konuşmada “Allah’a itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz, değilse bana itaatiniz gerekmez” dediğini görüyoruz.
Bununla beraber İslam’ın inanç, ibadet, ahlak, uygulama, hukuk vd. unsurlarıyla ilahi bir sistem olduğunu, demokrasinin ise köken ve kültür olarak, hukuk ve siyaset olarak, sosyal hayat olarak insan eseri beşeri bir sistem olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla hemen her yönden farklı olan iki sistemi entegre etmenin yahut eşdeğer görmenin mümkün olmadığı açıktır.
İslam ile Demokrasi Karşılaştırması:
Her şeyden önce İslam ile beşerî başka bir sistemi yahut ideolojiyi karşılaştırmanın, sonsuz bilgisi ve sınırsız gücü ile Allah’ın yaptığını ve söylediğini her yönden sınırlı insan aklının yaptığını ve söylediğini karşılaştırmak gibi saçma bir şey olduğunu biliyoruz. Bununla beraber gerçeklerin görülmesi açısından ikisini genel bir bakış ile ele almakta yarar vardır.
Batı’da gelişen demokratik yönetim tarzının bugüne kadar insanoğlunun ulaşabildiği en iyi rejim olduğu yolunda bütün dünyada yaygın bir inanış var. Şüphesiz rejimler arasında yapılan karşılaştırmalarda demokrasinin tam karşısında, bir kişinin veya bir hanedanın veya bir cuntanın mutlak yönetimine dayanan monarşiler veya yönetilen halk yığınlarını budala/sürü konumuna indirgeyen seçkinlerin yönetimi aristokrasiler ya da din temelinde ruhban sınıfını layuhti/yanılmaz kabul eden teokrasiler yer aldıklarında, halk çoğunluğunun yönetimi olan demokrasi tercihe şayan bir rejim olarak ortaya çıkar.
Oysa ‘kötü misal olmaz emsal’ dedikleri gibi, eğer demokrasinin üstün bir rejim olduğu savunulacaksa mukayesenin monarşi, aristokrasi, cunta ve teokrasi ile değil, modelin kendi içinde ulaşmak istediği ideallerle olan tutarlılığı temel alınarak yapılmalı ve insanlık tarihinde benzer idealleri içeren başka siyasal sistemlerin bugün de sözü edilen ideal hedeflere ulaşıp ulaşmadıkları araştırılarak doğru bir yargıya varılmalıdır.
Belki burada demokrasinin temel felsefi varsayımı olan değerlerin beşerî (hümanist) karakteri ile İslam siyasal felsefesinde değerlerin ilahi karakterleri arasındaki önemli farkın altı çizilebilir. Bu açıdan bakıldığında bu iki sistemin temelde bir örtüşme noktaları bulması mümkün değildir. Yöneticileri belirleme ve yönetme yetkisini halka vermesi açısından ancak İslam’ın Şûra Sistemi ile demokrasinin bazı yerlerde örtüştüğü, ama ana özelliklerde ayrıştığı görülmektedir. Bunu maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:
1-Her şeyden önce İslam’da sabit öğretiler ve hükümler Allah’ındır ve insanlar onları yerine getirerek Allah’a itaat/kulluk ederler. Değiştirenler yahut çiğneyenler veya istismar edenler için dünyevi ve uhrevi yaptırım içerirler. Başka sistemlerde ve onlardan biri olarak demokraside ise öğretiler ve kurallar toplumun/insanların ürünü olup profandır, kutsallık boyutu yoktur ve çiğneyenler için uhrevi bir yaptırım söz konusu değildir.
Demokraside toplum kural koyan tanrı konumundadır ve bireyler burada toplumun üstün iradesine boyun eğerek ona itaat ederler. Onun için bazıları demokrasinin bu yapısına bakarak onu din olarak da nitelemektedir. Çünkü demokrasinin tanrısı toplumun üstün iradesidir. Bu gerçek, “Seküler devlet, aslında her zaman teolojik boyutu beraberinde taşır. Adeta kendini tanrı yerine koyarak “kulları” arasındaki ilişkiyi düzenlemeye kalkar”[10] tespitinde ortaya konulmaktadır.
2-İslam, Yüce Allah’ın sonsuz bilgisinin eseridir. Demokrasi ise, kökleri Atina Site devletleri gibi tarihin derinliklerine kadar götürülse de, zamanımızda uygulaması en fazla iki asırlık olan insanlık deneyiminin sonucu ve her türlü bencillik duygularının, sosyal çevrenin, sınıf mücadelesinin, güç odaklarının, kültürel farklılıkların, dinsel anlayışların, her çeşit çıkar faktörlerinin ve sübjektif profan ahlaki değerlerin baskısı altında bulunan sınırlı insan aklı ve düşüncesinin ürünüdür.
3-İslam’ın amacı ve hedefi, insanın dünyada ve ahirette mutluluğunu ve kurtuluşunu sağlamaktır. Gerek Kur’an’ın öğretilerine, gerekse onun uygulaması olan Rasulullah’ın sünnetine baktığımızda bunu açıkça görürüz. Demokrasinin ve benzeri diğer beşerî bütün sistemlerin amacı ve hedefi ise dünya hayatı ile sınırlı olup halkın yönetime azami ölçüde katılımını sağlamaktan ibarettir. Allah ve ahiret, helal ve haram inancı yahut Allah’a hesap verme düşüncesi olmadan sadece polis ve yargıç denetimi altında yaşarlar. Nispeten bu sistemin uygulandığı toplumumuzda bu pozitivist felsefenin yahut seküler ahlakın toplumu nereye getirdiğini her gün görüyoruz.
4-İslam’da Allah’ın sonsuz bilgisinin eseri olan öğretiler sabit ve evrensel iken, demokraside bütün kurallar zamanın ihtiyaçlarına ve toplumsal şartlara göre değişken/konjonktüreldir. Sistemin eksenini, omurgasını ve çerçevesini oluşturan ve Allah’ın sonsuz bilgisi ile belirlenen sabit ve değişmez kurallar, rotasından sapmaması ve bozulmaması için İslam sistemi için bir sigorta işlevi görürken, bunlardan yoksun sistemlerin toplumdan topluma ve birçok faktörün yönlendirmesiyle değiştirilip şekillendirildiğini biliyoruz. Onun için İslam’da hükümlerin sabit/statik ve değişmez olduğu gerekçesiyle İslam’ın durağan olup artık toplumların ihtiyaçlarını karşılamaya elverişli olmadığını ileri sürmek doğru değildir. Çünkü hükümlerin değişmez olup olmamasından çok, o hükümlerin ve öğretilerin söylediğinin her çağda insanlar için önemli, gerekli ve yeterli olup olmadığına bakmak gerekir.
Oysa başta demokrasi olmak üzere şekil A’da görüldüğü gibi beşeri bütün sistemler, günün ihtiyaçlarına göre olduğu kadar, güç, iktidar, sınıf ve nüfuz sahiplerinin çıkar ve arzularına göre de sürekli değişebilen/değiştirilen sistemlerdir.
“Bugün bütün dünyada yaşanan medeniyet krizinin içinde çok büyük ölçüde ‘hukuk krizi’ vardır. Güçlünün ve ideolojinin emrinde bir ‘alet’e dönüşen hukuk, ‘adalet’ temelinden büyük ölçüde sapmıştır. Bu gerçeğin temelinde ‘hukuk algısı’ndaki sorunlar yatmaktadır. Sabiteleri bulunmayan bir hukuk algısı güç karşısında eğilip bükülmektedir. Bütün parlak fikirler, tartışmalar, yakışıklı kavramlar adaletin gerçekleştirilmesini sağlayamıyor. Bugün farklı hukuk anlayışlarının, farklı hukuk algılarının ve sistemlerinin mukayese edilmesi, tartışılması gerekmektedir. İptidai telakkilerden kurtulmak gerekir; büyük ve çok ciddi bir krizin içindeyiz: hukuk kaybolmaktadır.”[11]
5-Modern bir cahiliye sistemi olan demokrasinin kutsalı olmadığı gibi ne olursa olsun olaylar ve gerçekler karşısında hakkı ve adaleti ayakta tutan sağlam bir ahlakı da yoktur. Demokrat olduğunu söyleyen kişilerin ve devletlerin olaylar karşısında aldıkları çelişkili ve haksız tavırlar bunun göstergesidir. Çünkü ne kadar haksız, adaletsiz, zalim, ahlaksız vs. olursa olsun şu veya bu çıkarlarına uygun gördükleri uygulamalara ya ses çıkarmaz ya da çanak tutarlar.
Sonuç:
“Demokrasi iyinin iyisi midir yoksa kötünün iyisi midir? Bu soruya benim cevabım “demokrasi kötünün iyisidir” şeklinde olacaktır; çünkü demokrasiye aykırı olan diğer beşeri-siyasi sistemler kötü olduğu gibi demokrasi de kusurdan uzak değildir; kusursuz bir demokrasi tasavvuru (ütopya) belki mümkündür, ama uygulaması mümkün değildir. İnsanoğlu uzun tecrübelerden sonra kendi bulduğu ve uyguladığı siyasi sistemlerin en iyisi olarak demokrasiyi bulmuş ve çeşitli şekilleriyle uygulamıştır. En basit, “ilkel” bir topluluğun temsiline en yakın demokrasi, küçük kantonlarda, halkın meydanda/Agora toplanarak tartışma sonunda karar alması şeklinde uygulanmış demokrasidir ve bunda bile bütün fertler aynı görüşte olmadığı takdirde ya karar alınamaz veya alınan karar muhaliflerin talebine/iradesine uymadığı için halkın bir kısmı temsil edilmemiş olur. Eğer mecliste bütün görüşlerin temsil edilmesinden maksat, “dedikleri olmasa bile meclise girsinler, konuşsunlar, oy kullansınlar” demekse bunun faydası olmaz, zararı olur. Faydası olmaz; çünkü azınlıkta olanların dedikleri olmaz. Düşünceyi ifade etme imkânı ise meclis dışında da vardır. Zararı olur; çünkü müzakereler uzar, parçalanma çok olursa –uzlaşma hayal olduğu için- bir türlü karar alınamaz, kanunlar çıkarılamaz, ülke ve halk zarara uğrar. Koalisyon dönemlerinde neler olduğunu hepimiz biliyoruz”[12].
Bize göre de insanların elinden çıkan sistemlerin en iyisi ve en gelişmişi olmakla beraber demokrasi ancak kötünün iyisidir. Bunu Türkçe’de kullanılan “koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler”, sözü belirttiği gibi, ancak Allah’ın öğretilerinin alternatif olmadığı bir ortamda diğer sistemler arasında demokrasi Abdurrahman Çelebi olabilir. Bu gerçek bir Müslümanın sadece imanından dolayı seslendirdiği bir kanaat değil, doğudan batıya kadar İslam’ı tarafsız inceleyen bilim adamlarının da kabul ettiği bir gerçektir. Mesela Winston Leonard Spencer Churchill’in “Demokrasi en iyi ikinci yönetim şeklidir. Birincinin ne olduğunu ise bilmiyorum” sözü bunu ortaya koymaktadır.
Sonuç olarak, “Onlara, Allah’ın indirdiğine uyunuz, denildiğinde, biz ancak babalarımızdan bulduğumuza uyarız”(Bakara 2/170; Lokman 31/21) ayetlerinin belirttiği mantığı bırakır ve yöneticilerin halk tarafından seçilmesi, denetlenmesi, gerektiğinde azledilmesi ve yargılanması gibi İslam’ın şura sistemi ile paralel uygulamalar benimsendiği taktirde insanın huzuru ve kurtuluşu için İslam’ın her devirde ve her yönden en mükemmel sistem olduğu, bireylerin dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayan tek yol olduğu görülecektir. “İnsanları ve cinleri bana ancak kulluk etmeleri için yarattım” (Zariyat 51/56) ayetinin söylediği gibi, insanın görevi ve sorumluluğu Allah’a kulluk yapmak ve öğretilerine itaat etmek olduğuna göre İslam dışında hiçbir sistem bunu sağlamaya ve insanı kurtuluşa götürmeye elverişli değildir.
..................................................................................................................
[1] Prof. Dr. İbrahim Sarmış, Necmettin Erbakan Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi
[2] Bkz. M. Said Hatiboğlu, Kur’an’ın Aktüel Değeri Üzerine, 1/149, Otto Yayınları, birinci baskı, Ankara 2009
[3] -Bkz. M. Said Hatiboğlu, Kur’an’ın Aktüel Değeri Üzerine, 1/149-154,
[4] Mehmed Said Hatiboğlu, Kur’an’ın Aktüel Değeri Üzerine, Üç Aylık İslami Yorum Dergisi, 12 Mart 2010,
[5]–Muhammed Hatemi, Din ve Demokrasi, 34-35, Çeviri, Erdinç Doğru, Fecr Yayınları, Ankara, 2004.
[6]–İlhami Güler, İtikattan İmana, 114.
[7]–Ahmet Hadi Adanalı, İslam ve Demokrasi, İslam’a Giriş kitabı içinde, 626, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Ankara, 2008.
[8] –Bunu görmek için bakınız. Abdulkadir Selvi, Mısır’da İntifada’ya Selam, Yeni Şafak, 9 Temmuz 2013
[9]Ahmet Hadi Adanalı, age, 629.
[10] Hilal Kaplan, Yeni Şafak, 17 Haziran 2012
[11]Mustafa Şentop, Yine mi Laiklik Elden Gidecek? Zaman, 30 Ekim 2009.
[12] -Hayrettin Karaman, Oylar Çöpe mi Gidiyor, Yeni Şafak, 9 Mayıs 2010
Yorumlar