Dini Yalanlayanlar İle Salâtlarından Gafil Olanlar

Dinin gerçek manada tasdiki dille söylenen laf değildir. Bilakis o kalpte yerleşen bir kuvvettir. Sahibini hemen kardeşlerine iyiliğe ve ihsana, muhtaçları korumaya ve himayeye sevk eder.

Dini Yalanlayanlar İle Salâtlarından Gafil Olanlar

Dinin gerçek manada tasdiki dille söylenen laf değildir. Bilakis o kalpte yerleşen bir kuvvettir. Sahibini hemen kardeşlerine iyiliğe ve ihsana, muhtaçları korumaya ve himayeye sevk eder.

Kur'an'i Hayat Dergisi

Rahman, Rahim Allah’ın adıyla

Giriş

Maun suresi üzerine yapacağım bu çalışmayı iki bölümde gerçekleştireceğim, inşallah. Birinci bölüm ilk 3 ayetten, ikinci bölüm de kalan 4 ayetten oluşacaktır. Ayrıca iki bölüm için iki ayrı başlık kullanacağım, iki başlığın birleşmesinden de yazının başlığı meydana gelecektir. Bu noktada şunu da söylemem gerekiyor; Maun suresi üzerine ciltlerce kitap yazılabilir, fakat ben yazı hacmi sınırını aşmayacağım.

Birinci bölüm: DİNİ YALANLAYANLAR

1-Dini yalanlayanı gördün mü? 2-İşte odur, yetimi şiddetle azarlayıp kovan, 3-Aciz, zavallı yoksulun doyurulmasına ön ayak olmayan!

“Dini yalanlayanı gördün mü?”  Ayetindeki “Gördün mü?” sorusunun muhatabı önceden kendisine bilgiler verilen tanıdık birisi/birileri olduğu hemen anlaşılıyor. Bu kişi/kişiler özelde Resulullah, genelde Kur’an mesajını benimseyip kabul eden bütün Müslümanlardır. Önceki surelerde değişik konularda çeşitli şekillerde uyarılan, kendisine yol gösterilen ve Allah’a karşı borçluluk sorumluluğunu tümüyle kabul eden Müslüman’a; dini tümüyle inkâr edip yalanlayan insanlar kimi özellikleri ile açıkça ortaya konularak tanıtılıyor. “Din” kavramının anlamları bir bütün olarak göz önünde bulundurulduğunda, dini yalanlayanları görmek ve bu inkârcıları tanımak zor olmayacaktır. Buna uygun olarak dini bir bütün olarak kabul eden Müslümanları da tanımak kolay olacaktır. Bu bağlamdaki bir Müslüman, artık kendisini kendi bireysel görevleri/borçları yanında, toplumsal plânda da bir görevle/borçla karşı karşıya bulunduğunu görüyor/görmesi gerekir.

“Din” kavramı ve ona bağlı olarak sürdürülecek yaşam, bu sûrede tamamen toplumsal bir yapı (yaşam düzeni) olarak gündeme geliyor. Ve burada kastedilen din; yani yalanlanan, toplumsal hayattan uzaklaştırılan, uygulamadan kaldırılan, toplumsal hayatı düzenleyen ilke ve kuralların düzenlenmesinde hiç dikkate alınmayan sözde İslâm dinidir.

Maun sûresinde İslâm dini dışındaki toplumsal düzenlerin (dinlerin/rejimlerin) özellikleri de açıklanıyor. Bu özellikleri 2’nci ve 3’ncü ayetlerde açıkça görebiliyoruz. Toplumları ayakta tutan belli başlı disiplin ve dinamikler vardır; inanç ve düşünce, kültür, eğitim ve öğretim, kişiler arasındaki bağlar; ekonomi, ordu, sosyal yardımlaşma, zayıf kişilerin gözetimi ve korunması gibi. Burada saydığımız ve bunlara benzer birçok özellikler, her din tarafından çeşitli şekillerde yorumlanır. Ancak İslâm dininin dışındaki dinlerin (Kapitalizm, Faşizm, Sosyalizm, Liberalizm) bu konularda birçok ortak görüş ve uygulamaları vardır. Hatta şöyle diyebiliriz: ayrıntıların dışında temel konularda bütün beşerî öğretiler tamamen ortak görüş ve uygulamaya sahiptirler. İşte Maun Suresinde bu temel konular açıkça gözler önüne seriliyor…

Bu noktada Yahudilik ile Hıristiyanlık, diğer bir ifade ile Musevilik ve İsevilik artık mezhepler makamında kültürel birer değer olduklarını söyleyebiliriz. Bunlar için “din” ifadesi/kavramı kullanılıyor olsa da bu söylem geçersizdir. Onlar hak yoldan çıkmakla semt pazarına düştüler. Budistlik, Zerdüştlük ve benzeri oluşumların da din değil, geniş kitlelere yayılmış birer kültürel öğreti, mezhep ya da tarikat olduklarını düşünüyorum. Bunların hepsi için şöyle de diyebiliriz; Yahudilik ve Hıristiyanlık peygamberlerin ve onlara inen kitapların adları kullanılarak, onlara rağmen, haham ve papalar tarafından uydurulan mezhep ya da tarikatlardan başka bir şey değildir. Çünkü vahiy ile inzal edilen Tevrat, İncil ve diğer kitaplara dayandırılan hiçbir din İslâm dini dışında bir isimle adlandırılamaz. Kitaptan ne kadar uzaklaşılmış olursa olsun, bu kitapların adı kullanılıyorsa bu dine verilecek isim yanlışıyla doğrusuyla İslâm’dır. Başka bir deyişle, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin dini İslâm’dı ve kendileri de Müslüman resullerdi. Buna bağlı olarak, “semavi dinler, uhrevi dinler, kutsal dinler, vs.” gibi söylemlerin çok saçma ve kesinlikle yanlış olduğunu söylemeliyim.

Allah, insanlara şirkten uzak durmalarını emrediyor, insanlar da tam tersine, dinler şirketini (ortak koşmayı) kuruyorlar! “Semavi dinler” lafını kim kullanmış olursa olsun yanlıştır; isterse ordinaryüs profesör rahip, müftü, ruhani, molla ve bilmem kim teolog ya da filozof olsun, hiç fark etmez. ‘Semavi Dinler’ olmaz, bu anlamda ayetlerin inzalinden/inişinden hareketle, Sahifeler, Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’da anlatılan din, Müslümanların dini İslâm’dır. Allah adını koymuş işte; İslâm dini ve onu benimseyenler de Müslüman, bütün insanlık tarihi boyunca…

Dürüstçe kendimize soralım; günümüzde dünyanın her yerinde İslâm dini diye bilinen ve yaşanan dinin Kur’an ile ne kadar ilgisi var? Böyle olmasaydı, Merhum Şehit Ali Şeriati, neden “Din’e Karşı Din!” ve Muhammed Kutub, “Biz Müslüman mıyız?” diyecekti? Sosyal ve siyasal bir sistemi içermeyen/önermeyen bir öğreti din olamaz. Buraya kadar söylediklerimizden ve özellikle “din” kavramının anlamlarından bunun anlaşılabilmiş olduğunu düşünüyorum. Yeniden biraz daha yüksek bir sesle ve Kur’an’ın ifadesi ile söylemek gerekirse; “Allah katında tek din, İslâm’dır” (Ali İmran 3: 19).

İnsanın yaratılış amacına ters düşen düzenlerde, en küçük yaştan en yaşlısına kadar bütün insanlar cahil bırakılıyor. Gerçekleri görmemeleri için her türlü önlem alınıyor; A’ dan Z’ ye uyguladıkları bütün eğitim ve öğretim sistemleri dini yalanlama bağlamında işletiliyor. Bu noktada, uygulanan bütün eğitme, öğretme ve uygulama sistemlerinin bir ‘insan temel hak ve özgürlükleri’ ihlali olduğu bile söylenebilir. Eskilerin güzel bir sözü vardır, tam da bu duruma uygun düşüyor; “Cahili okutup echel (daha da/en cahil) yaptık.”. Küçük yaştaki çocukların eğitiminde öyle bir yol izleniyor ki, sonuçta çocukların inanç ve düşüncelerini Kur’an’a göre kurmaları ve İslâm dinini öğrenmeleri engelleniyor/imkânsızlaştırılıyor. Şirk düzenlerinin sahipleri başka önlemler de alıyorlar: insandaki inanma cevherini şirk esaslarına göre geliştiriyorlar ve insan büyüdükçe, birtakım davranışlarla inancını yaşadığı söylenerek kandırılıyor… Böylece sultaları ve saltanatları kendi hesaplarına göre korunmaya alınmış oluyor.

Herhangi bir beldede yönetimi elinde bulunduran zalim güçler, kendi yönetimlerini onaylayan mütekebbirlerin ekonomik güçlerini her türlü yola başvurarak arttırırken, halkı mümkün olduğu kadar zayıf bırakıyorlar. Halkın çoğunun miskinleşmesini gerçekleştirirken, kendi yönetimlerini ayakta tutan tröst, holding ve şirketlere Allah’ın bütün insanlar için yeryüzüne yaydığı rızkları cömertçe veriyorlar. Kendileri Firavunlaşırken, söz konusu ekonomik dayanak sahiplerini de Karunlaştırıyorlar. Hamanlaşma da uygulanan eğitim model ve sistemleriyle zaten gerçekleştiriliyor. Zalim emperyalist sermaye çevreleri, halkın özellikle açlık ve sefalet içinde bulunmasına dikkat ediyorlar. Kesinlikle onların ihtiyacı olan hiçbir maddeyi yeteri kadar vermiyorlar. Böylece her yönden zavallı bıraktıkları yoksul halkın omuzlarında yönetimlerini sürdürüyorlar.  “Dini yalanlayanı gördün mü? İşte odur, yetimi şiddetle azarlayıp kovan, aciz, zavallı yoksulun doyurulmasına ön ayak olmayan!”

1, 2 ve 3. ayetlerin buraya yazdığım mealleriyle birlikte değişik üç örnek mealini daha vermek yararlı olur diye düşünüyorum:  “ALLAH’ a karşı borçluluk sorumluluğunu tümden inkâr eden birini tasavvur edebilir misin? İşte böyle biridir yetimi itip kakan ve yoksulu doyurmaya gayret etmeyen” (Mustafa İslâmoğlu).[1] “BAK şu dini yalanlayana. İşte bak, öksüzü hor görüyor. Yoksulun halinden hiç anlamıyor” (R. İhsan Eliaçık).[2] “HİÇ bütün bir ahlaki değerler sistemini yalanlayan birini tasavvur edebilir misin? İşte böyle biridir, yetimi itip kakan, yoksulu doyurma arzusu/gayreti duymayan” (Muhammed Esed).      [3]

İnsanların toplumsal sorumluluk ve yükümlülüklerinin yanında bireysel görev ve sorumlulukları da bulunmaktadır. Toplumsal düzen şirk, tağuti/şeytani de olabilir, tevhidi, adalet ve barışa dayalı esenlik düzeni de olabilir. Her iki halde de insanın bireysel olarak yapması gerekenler vardır. Topluluk halinde yaşayan insanların değişik nedenlerle birbirleriyle çeşitli ilişkileri vardır, bunlar; komşuluk, iş, arkadaşlık, akrabalık, birlikte yolculuk, askerlik, öğrencilik, v. s. olabilir. Bunlara bağlı olarak çok değişik ilişkiler içinde olan insanların çeşitli nedenlerle birbirlerine ihtiyaçları vardır. Ancak insanların birçoğu ihtiyaç sahiplerini gözetmedikleri için, dünyada açlık, sefillik, insan hakları ihlalleri ve başka zulümler sürüp gitmektedir. “Hayır, doğrusu siz yetime ikram etmezsiniz. Yoksulu doyurmak için birbirinizi teşvik etmezsiniz” (Fecr 89: 17, 18).

Birlikte yaşayan insanların bütün ihtiyaçları para ya da mal ile karşılanamaz, bu nedenle aralarında yardımlaşmaları da bir ihtiyaçtır. Dikkat edilirse Maun sûresi konu itibarıyla, kendisinden önce indirilen Tekâsür sûresinin bir devamı niteliğindedir. Sûrenin konusu, bireysel ibadetle toplumsal yükümlülük arasındaki kopmaz ilişkidir. Bu bölümdeki ayetler insanın diğer insanlarla olan ilişkisine dairdir. Maun sûresi, insanlara karşı sorumluluğun Allah’a karşı sorumluluktan ayrı düşünülmemesi gerektiğini telkin eder. Eğer kişi insanlara olan yükümlülüklerini yerine getirmiyorsa ibadet bir gösteriden ibarettir. İbadet Allah ile kul arasında gerçekleşiyorsa da ibadetlerin gayesi kulun diğer insanlarla olan ilişkilerine yansımak zorundadır. Zira ibadetin yararı Allah’a değil insanadır. Zaten ibadetin meyvesi de budur. “İman kişinin Allah’a olan borcunu ikrar, küfür ise borcunu inkâr halidir.”[4]

“Ne kadar az metaya sahip olursan, o kadar özgürleşirsin. Kur’an der ki; “Sizler fukarasınız, Allah’tır zengin olan.” Kur’an’a göre bir Müslüman’ın kendisine zengin demesi bile edebe mugayirdir. ‘Mesakin’ kavramı, geçim sıkıntısı çeken ve bunu kimseye söyleyemeyen kişiler için kullanılır. Maun sûresinde, öksüzü ve mesakini gözetmeyen kişilerin kıldıkları namazın boş olduğu söylenir. Bugün Türkiye toplumunun yüzde 70’i böyledir. Bu sûreye göre yanında asgari ücretle işçi çalıştıran kişi, boşuna namaz kılıyordur. Maun sûresi, kapitalizmin panzehiridir, orucun ve namazın bile emekle, mülkle doğrudan ilişkisi vardır.

Emek ilişkilerini düzeltmeden, bölüşmeden, paylaşmadan sadece dini ritüelleri yerine getirenlere abdestli kapitalizm diyorum. İslamiyet abdestli kapitalizme üretmek için var olmamıştır. Yeryüzünde komünizm çöktü, İslam’ın sosyalizmle farkının ne olduğu değil, aslında kapitalizmle farkının ne olduğu önemlidir. Ebu Zer’i herkes tanımalı; o, peygamberin ilk Müslüman olmuş sahabelerinden biridir ve onun çok yakın dostudur. Hz. Osman’ın iktidarında onun mal ve mülkle ilgili politikalarını eleştirmiştir. Peygamberimiz zamanında Medine’de bir kardeşlik iktisadı kurulmuştu, ‘yar yanağından gayrı her şey ortaktı’. Hz. Osman döneminde Müslümanlar arasında zenginleşmeler başladı. Ebu Zer buna muhalefet edince Hz. Osman da onu susturmak için Rebeze çölüne sürgüne gönderdi ve Ebu Zer orada öldü. Ebu Zer, iktidarın bozan etkisine karşı İslam’ın vicdanını temsil eder. Zenginlik ve saltanat yanlıları onu, aşırı görüş sahibi bir sahabe olarak niteliyorlar. Hâlbuki Ebu Zeri Gifari tıpkı Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali gibi Peygamberimizin ideallerine çok bağlı biriydi.”[5]

‘Aciz, zavallı yoksulun doyurulmasına ön ayak olmayan’, bu ayette anılan “Ve miskin kimse/kimseler, bîçare yoksulun yiyeceğine dair teşvik ve isteklendirmede bulunmaz. Kendisi doyurmadığı gibi gerek kendi akrabalarından gerek vakti durumu müsait olanlardan diğer kimselerin bakıp gözetmesi, doyurması için de kayırmaz, bir yardımda, tavsiyede, teşvikte bulunmaz, çaresizlerin halini düşünmez, fakirlere bakılmasına taraftar olmaz. Burada “taam”dan murad it’am olduğu için “it’âmû’l-miskin” (yoksulları doyurmak) daha açık olacakken “taam” denilmesi nüktelidir. Bunda aç olan bir yoksulun, kudreti olanlar tarafından verilecek taama (yemeğe) mülkü imiş gibi dinen bir hakkı taaluk ettiğine bir işaret vardır ki, “Onların mallarında dilenci ve yoksul için bir hak vardır” (Zariyat 51: 19). Ayetinin manasıdır. Bu şekilde hak etmenin şiddetine tembih ve başa kakmaktan menedilmiş demektir. Yani öyle bir çaresizi doyuran kimse, onun kendi hakkı olan bir yiyeceği vermiş, borcunu ödemiş gibidir.

Öksüzü itip kakarak hakkını yemek ve yanı başındaki yoksul çaresizin en lüzumlu ihtiyacı olan yiyeceği hakkında bir delalette ve teşvikte bile bulunmayacak kadar acımasızlık ve merhametsizlik etmek insanlık hesabına şaşılmak ve teessüf olunmak lazım gelen pek acı bir züldür.  Bir düşkünlük olmakla beraber böyle öksüzü kakmak ve fakirlere bakmamak gibi insafsızlıklar, dine yalan diyen kimselerin yapa geldikleri âdeti, huyu demektir. Her ne kadar bir insanın dine inanmaması şaşılacak bir şey olsa da inanmadıktan sonra, o fena huylar ona tabii gibi olacağı için pek şaşılmaz. Asıl şaşılacak taraf, dindar görünenlerin bedenen ve malen vazife ve ibadetlerinden gafleti ve mürailik edip de cüzi bir yardımdan sakınacak derecede cimrilik etmeleridir.”[6]

Elmalılı’nın önemle vurguladığı miskinin hakkı konusunda Mevdudi de şunları söylüyor: “İt’amu’l miskin” değil, “ta’amu’l miskin” kelimesi kullanılmıştır. Eğer “it’amu’l miskin” denilseydi, “miskinlere yemek yedirmeye teşvik etme” olurdu. “Ta’amu’l miskin” denilmesi şu anlamı taşır; “Miskinin kendi yemeğini vermez.” Diğer bir ifadeyle, o yemek miskine aittir, yemeği verenlere değil. Bu yemek, verenlerin üzerine vacip olan yetimin hakkıdır. Veren, onu bir bahşiş olarak vermemekte, tersine yetimin hakkı olduğu için zorunlu olarak vermektedir.  “La yehuddu”nun anlamı, o şahsın kendisi bu işi yapmadığı gibi, evdekileri de miskinlere yemek yedirmek için teşvik etmemesidir. Ayrıca diğer insanları, toplumdaki fakir ve muhtaçlara yemek yedirmek için teşvik etmemesi de bunun içine girer. Böylece toplumda fakir ve muhtaçların hakkını vererek açlığı gidermek için insanları teşvik etmez”.[7]

“Dini yalan sayanlar, ruhunun bütün kaynaklarını kurutan kimselerdir. Din, Tanrı buyruğuna saygı ve Tanrı kullarına şefkat göstermektir. Tanrı buyruklarının hepsi insan için iyilik, güzellik ve bahtiyarlık sağlayan esaslardır. Tanrı kullarına şefkati, iyiliği, güzelliği ve bahtiyarlığı elden geldiği kadar yaymaktır. O halde dini yalanlayan, yani İslâm’ı tanımayan kimse hem Tanrı buyruklarına saygı hem Tanrı kullarına sevgi göstermeyen kimsedir. Sure-i Şerife’de onun evvelâ Tanrı kullarına karşı sevgi göstermeyen cephesiyle alâkalanarak dini yalan sayan kimsenin, öksüzü itip kaktığını ve hor gördüğünü, onu ezilmeğe ve kırılmağa mahkûm saydığını, fukarayı ve yoksulları doyurmak için de kendi hesabına önayak olmadığı gibi başkalarını da teşvik etmediğini anlatıyor. Demek ki, dini yalan sayan ve bir iman taşımayan kimsede merhamet kalmaz. Tanrı kullarına şefkat göstermek, onlara yardım etmek onun kârı değildir. Onun insanlık cephesi kısırdır ve kördür.

Fakat onun insanlık cephesi böyle olduğu gibi Tanrı ile alâkası da aynı derecede kısır ve kördür. Kendisi, dini yalan sayan kimse olduğu için gösteriş olsun diye namaz kılar, fakat kıldığı namaza hiçbir değer vermez. Namazın bir miraç olduğunu aklından bile geçirmez. Onu gösteriş olarak kıldığı için gelişigüzel kılar, geçer. İnanır görünmesi riya ve bunun en kısa delili, en sakınılmayacak yardımlıkları dahi esirgemesi ve ahlâksızlığın en düşkün seviyesine inmesidir. İşte dini yalan saymak budur ve onun doğurduğu neticeler bundan ibarettir.[8]

Dini yalanlayıp yetimi itip kakan, yoksulu doyurmayıp onun hakkını yiyen, başkalarının da doyurmasına ve doyurulmasına engel olan zalimler her zaman her yerde bulundukları gibi Resulullah Hz. Muhammed (s)’in zamanında da vardılar ve aynı zalimlikleri yapıyorlardı. Bilindiği gibi Resulullah (s) de bir öksüzdü. Çocukluğunda dedesi, amcaları ve diğer akrabaları tarafından himaye edilmiş, ancak kendisine Risalet görevi verildikten sonra, kavmi/kabilesi de O’nu terk etmişti. O da onlara, dininde olmasa da akrabalık bağları bakımından başkalarına karşı yardımcı olmalarını söylemişti, ama nafile, böyle bir yardımı görmemişti. Sonuçta bazı akrabalarının ve başkalarının O’na çektirdikleri eziyetleri biliyoruz.

Yetim ve miskin kişiler olduğu gibi topluluklar ve ülkeler de var. Yetim kelimesinin anlamları arasında yer alan “yalnız ve korumasız kalmış” ile miskin kelimesinin “hiçbir şeyi olmayan, aciz” anlamlarını bir arada düşünüp etrafımıza bir bakalım; bu durumda ne kadar çok insan, topluluk ve ülke göreceğiz… Bu konuda ciddi bir araştırma yapılsa, belki de az sayıda zengin insan (yetim ve miskin olmayan) ve çok sayıda yetim ve miskin olan insan tespit edilecektir. Aslında mevcut bilgilere göre de bu konuda bir şeyler söyleyebiliriz. Örneğin; ülkelerden başlayalım: gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkeler, az gelişmiş ülkeler ve gelişmemiş ülkeler. Buradaki kategorilere göre ülkelerin sayıları az çok biliniyor, yani az ülke zengin, çok ülke fakirdir. Buna uygun olarak herhangi bir kenti ele alalım, o kentin birçok mahallesi vardır, ama bu mahalleler içinde az sayıda zenginler mahallesi vardır. Bütün bunlardan dolayı Maun sûresine çok dikkat etmek gerekmektedir. Evimizden mahallemize, mahallemizden kentimize, kentimizden ülkemize, ülkemizden dünyamıza bakmalıyız ve bunları düşünmeliyiz.

Yaşadığımız toplumda, yakın çevremizde, akrabalarımız arasında ve komşularımız içinde muhakkak yetim ve miskin olduğu için çok zor durumda bulunan kimseler vardır. Ben çok duydum; “Filanca amca, yetim kalan kız yeğenlerini anneleri ile birlikte evinden kovmuş, babalarından kalan mallarına da el koymuş”. “Filanca dayı, miras başkasına gitmesin diye ölen kardeşinin kızını yaşça çok büyük olan oğlu ile zorla evlendirmiş, gelin olan yeğen kız yetim olduğu için ömür boyu itilip kakılmış”.  “Filanca usta yetim olmayan çırakla, yetim ve yoksul olan çırağa farklı davranıyormuş”. Toplumumuzda bunlara benzer birçok yaşanmış olay vardır. Özellikle miras sisteminin örflere göre yürüdüğü etnik topluluklarda yetimlere karşı çok haksızlıkların yapıldığı bilinmektedir. Özellikle geri kalmış yoksul topluluklarda yetimlik ve yoksulluk daha zordur. Düğün, mevlit, eğlence ve değişik toplantılarda yetimler ve yoksulların itilip kakıldığı daha açık bir şekilde görülür. Ve böyle yerlerde yetimlik ve yoksulluk insanı kahreder; yetim ve yoksulların düğün ve eğlencelerde zengin ve ana babası sağ olan çocuklar/gençler kadar eğlenme ve yemeye adeta hakları yoktur. İtilip kakılmaktansa, düğün ve hayırlarda yemek yemeyip evine giderek, törende çeşit çeşit yemekler varken, evdeki kuru ekmekle karnını doyuran çocuk ve gencin onurunun yanında, kendilerine özel sofralar kurulan kapitalistlerin, değişik şekillerde itibarlı olmuş kişilerin ve din adamı kisveli hocaların mallarının, şan ve şöhretlerinin beş para etmediğini, acaba kaç kişi bilir?

Çalıştığı okuldaki bir hizmetlinin kızının, kendi oğlunun okuduğu itibarlı bir üniversiteyi kazandığını öğrenen modern bayan öğretmenin yüz ifadesi bana neler anlatmıştı, neler! Böyle insanların gururlarının gıdası, etrafındaki yetim ve yoksulların zayıflıklarıdır. Parçalanmış aile çocukları, ana babaları sağken yetimdirler ve bu çocuklar çoğu zaman itilmiş ve kakılmış olmalarından dolayı diğerlerine benzemezler ve eğitimciler onlara “sorunlu çocuklar” derler. Toplumumuzda şükürler olsun ki bunların tersi olaylara az da olsa şahit olabiliyoruz. Yetim ve yoksul akraba çocuklarını büyütüp okutup evlendirenlerin bulunduğunu da görüyoruz.

Yani dini yalanlayanlar bulunduğu gibi dini kabul edenler ve gereğini yerine getirenler de var. Bu noktada eğer, sûrenin devamında, “Yazıklar olsun o musallilere! Ki onlar salâtlarından gafildirler. Ki onlar birbirlerine gösteriş yaparlar. Ve onlar, en küçük yardımı bile engellerler.” Şeklinde ayetler gelmese, ‘tamam, zaten bunlar dini yalanlayan, menasık ve ibadetle ilgisi olmayan inkârcı insanlar, bunlardan zaten başka bir şey beklenmez’ diyebiliriz. Ama bu son dört ayetin, önündeki “Dini yalanlayanı gördün mü? İşte odur, yetimi şiddetle azarlayıp kovan, aciz, zavallı yoksulun doyurulmasına ön ayak olmayan!” ayetlerinden sonra gelmesi çok ciddi bir meseleyi ortaya koymaktadır.

Bakar mısınız? Kişi hem dini yalanlıyor hem musalli/namazını kılıyor! …  İki bölümdeki ayetleri birlikte düşündüğümüzde, ayetler arasında mükemmel bir uyumun olduğunu görürüz; dini yalanlayan namaz kılıyorsa, bu işi ona aldırış etmeden yapıyor demektir. Böyle münafıklık yapıp namazı ile insanları kandırmaya çalışan kişi her türlü kötülüğü yapabilir. “Onlar Kur’an’ın manası üzerinde kafa patlatırcasına derinliğine durmuyorlar mı? Eğer o Allah dışındaki bir kaynaktan gelmiş olsaydı, elbette onda bir yığın çelişki ve tutarsızlık bulurlardı” (Nisa 4: 82).

İkinci Bölüm: SALÂTLARINDAN GAFİL OLANLAR

4-Yazıklar olsun o musallilere!  5-Ki onlar, salâtlarından gafildirler. 6-Ki onlar birbirlerine gösteriş yaparlar. 7-Ve onlar, en küçük yardımı bile engellerler.

Geçmişten günümüze dünyanın birçok yerinde İslâm dininin yalanlandığını ve bir takım sembolik hareketlerle dinin yaşanamayacağını kavrayan Müslümanlar, kendi aralarında yardımlaşmaya girip İslâm dininin bir bütün olarak benimsenerek yaşanabilmesi için çalıştılar/çalışıyorlar. İşte bu durumda hem mevcut dinlerin sahipleri hem kendilerini Müslüman sananlar harekete geçiyorlar. Çeşitli yöntemlerle, söz konusu bilinçli Müslümanları, kendi aralarında yardımlaşarak yaptıkları çalışmalardan menediyorlar. Ya da engellemek için ellerinden geldiğince çaba gösteriyorlar. Mevcut dinin sahipleri tehdit ve işkence gibi araçlarla korkutarak; bilinçsiz ve ikiyüzlü musalliler de “namazına, orucuna karışan mı var? Namazını kıl, orucunu tut, işine bak” diyerek engelleyici fonksiyonlarını icra ediyorlar/engellemekte zalimlere yardımcı oluyorlar…  Tam da bu durumu ortaya koymak için, sûre; münafıkların insanları kandırmada en çok kullandıkları yöntem olan namaz kılarak dini yalanlamak ve buna uygun olarak; yetimi itip kakmak, azarlayıp kovmak ve yoksulun doyurulmasına önayak olmamak, doyurmamak ve doyurmaya çalışanları engellemek için çabalayanları gözler önüne seriyor. Çünkü onların gösteriş için kıldıkları namaz, hiçbir şekilde gerçek anlamda salât olmuyor.

“Bu salât, müminlere ikame etmeleri emredilen namazla bir tutulamaz. Olsa olsa “ikame edilmemiş” bir salât’tır. Hz. Peygamberin tasvirinden yardım alacak olursak, dini desteklemeyen ve dince desteklenmeyen salât’tır. Bunun en tipik özelliği Yaradana kulluğu, yaratılana şefkatten kesip ayırmaktır. Böylesi bir ibadet, ibadet olma özelliğini de yitirir. Kur’an, “Gerçek erdem ve iyilik, yüzlerinizi doğuya ve batıya döndürmeniz değildir” (Bakara 2: 177) derken de, kurbanlar için: “Onların ne etleri ne kanları Allah’a ulaşır” Hac 22: 37) derken de bunu kasteder. İbadeti adaletten ayırmak, “ed Din’i” yalanlamakla eş tutulmuştur.   Elbet, “onların namazı ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibarettir” (Enfal 8: 35), ayeti, amacından koparılarak içi boşaltılan ibadetlerin nasıl oyun eğlence halini aldığını veya oyun ve eğlencenin, amacından koparılmış ibadetlerin yerine nasıl ikame edildiğini gösterir. İbarede “fi” yerine “ân” kullanılmıştır. Yani salât’ın içinde unutanlar değil, salât’tan ve onun amacından gafil olanlar kastedilmektedir. Yani alkış ve ıslık eşliğinde yaptıkları tavafı ibadet (salât) zanneden müşrikler gibi, ibadetin hikmet, illet ve gayesini unutup kendi kafasına göre yaptıklarının adını “ibadet” koyanlar. Veya İbn Mesud’un kıraatiyle ibadet oyun oyuncak derler” (Krş. Enfal 8: 35).  Namazın kendisi hasenat’a giriyorsa da amacı salihât’tır. “Ve namazı hakkını vererek kıl: çünkü (hakkı verilerek kılınmış) namaz, (insanı) belli başlı her tür çirkinlik ve kötülükten engeller” (Ankebut 29: 45).  Amacı gerçekleşmemiş bir namaz hasenat’a dahil olur ve bire on ecir alır (Enam 6: 160), amacını gerçekleştirmiş bir namaz ise salihat’tandır ve karşılığı cennettir (Tin 95: 6). Konuyla ilgili bir not için bkz. Asr 103: 3, not 5. Burada anahtar “görme-gösterme-görünme” kavramıdır. İnsanlar görsün diye saçıp savuranlar Allah için zırnık vermiyorlarsa, üç ihtimal vardır: 1-Ya Allah’a inanmıyorlar 2-ya Allah’ın gördüğüne inanmıyorlar. 3-ya da Allah’ın ödüllendirme vaadine güvenmiyorlar. Doğrusu üçü de vahimdir, çok vahim!”[9]

“Kur’an’da imandan sonra salih amellerin esası olmak üzere namaz ve zekât beraber zikroluna gelmiştir. Allah için istemekten hoşlanırlar da Allah için ufak bir şey vermekten, Allah’ın kullarına yardım etmekten ve Allah’ın emirlerinin ifası için lazım gelen masraflara güçleri yettiği kadar iştirak etmekten çekinirler. Hâlbuki böylelerle mescitler tamir edilmez. Çünkü tövbe suresinde buyrulduğu üzere: “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahret gününe inanan, namazı kılan zekâtı veren ve Allah’tan başka kimseden korkmayan/kimseye boyun eğmeyen(haşyet) kimseler onarırlar (Tövbe 9: 18). Ve “Muhakkak namaz kötü ve iğrenç şeylerden uzak tutar. Allah’ı anmak, elbette en büyük ibadettir” (Ankebut 29: 45). Allah için yardım borçlarını vermekten bile sakınan kimseler de namazın manasından, yasaklama ve öğüdünden gaflet ederek namazlarında yanılmış olurlar. Her ne amel yapsalar Allah için yapmazlar da halka gösteriş için ve herkesin göreceği yerde yaparlar. Zekâtı vermezler yahut kimsenin esirgemeyeceği ödünç gibi cüzi bir yardım etme bile sakınır, kimseye bir damla bir şey vermek istemezler. Öyle cimri, öyle pinti olurlar.” [10]

“İbn Abbas ve başkaları; münafıkların açıkça görülen yerde namaz kılıp gizli yerde namaz kılmayan münafıklar olduğunu söylerler. Ata İbn Dinar der ki: Hamdolsun o Allah’a ki “Onlar, kıldıkları namazdan gafildirler” buyuruyor da “Namazlarında gafildirler, unuturlar” buyurmuyor. Nisa sûresinde şöyle buyrulmaktadır: “Doğrusu münafıklar; Allah’a oyun etmek isterler. Oysa O, onların oyunlarını başlarına geçirir. Onlar namaza tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah’ı pek az anarlar” (Nisa 4: 142).[11]

“Surenin ele aldığı mevzuu tamamen münafıkların ve riyakârlardan söz etmektedir. Bu din gösteriş ve şekil dini değildir, ibadet ve hareketlerde samimiyet ve feragatle yapılmayan ve bu samimiyetin tesirini kalplere sızdırarak salih amel şeklinde gerçekleştirmeyen, yeryüzünde yaşayanların hayatı için faydalı bir yöne sevk etmeyen zahiri ibadetlerle işi bitirmez. Bu dinin ferdi ve içtimai emirleri birbirini destekler. Hepsinin de gayesi insanları yüce bir hedefe yöneltmektir.

Dinin gerçek manada tasdiki dille söylenen laf değildir. Bilakis o kalpte yerleşen bir kuvvettir. Sahibini hemen kardeşlerine iyiliğe ve ihsana, muhtaçları korumaya ve himayeye sevk eder. Allah insanlardan söz söylemelerini değil, söylediklerini doğrulayan ameller yapmalarını ister. Aksi takdirde söylenen söz boştur, değersizdir” [12]

Maun sûresi, içerdiği konu bağlamında yeryüzünde uzak ve yakın zamanlarda meydana gelen olayları da bize hatırlatıyor: tarih boyunca süren imparatorluk ve hanedanlık savaşları, I ve II. Dünya savaşları, Filistin, Çeçenistan, Afganistan, Irak, Suriye, İran, Bütün Afrika, Arakan ve daha başka birçok yer… Yakın zamanlar bakımından şimdi soralım: 1) Yıllardır yapılan zulümlere ilave olarak Filistin’e giden İHH yardım (maun) konvoyuna ve YARDIM gemilerine ülkeye yardımları ulaştırmaları için neden izin verilmedi ve kimler izin vermedi?  Burada şunu haykırmak gerekir; Yazıklar olsun Yeryüzü musallilerine/Namaz kılanlara! 2) Asırlarla ifade edilebilecek bir süreden beri Kafkasya’da süren zulümlere ilave olarak uzun yıllardır Çeçenistan’a özgürlük verilmez, onların insan hakları tanınmaz? Yazıklar olsun Müslüman ülkelerin musalli yönetici ve halklarına! 3)Ne işi var NATO’nun Afganistan’da; Amerika’nın Irak’ta ve ne hakları var emperyalist sömürgeci Batılı güçlerin İran’ın iç işlerine karışmaya?

Bütün bu olumsuzluklarının yanında, Allah Rızası için karşılıksız ve katışıksız yardıma koşanlara selam olsun.

Sonuç

Dini yalanlayanlar ile salâtlarından gafil olanlar, aynı zamanda yeryüzünde fesat çıkaranlardır. Bu öyle güçlü bir fesattır ki; insanların bir kısmı günahsız olduğu halde onlar da zulme uğrarlar ve sıkıntı çekerler. Sonuç bölümünde bunları söyledikten sonra güncel ve önemli bir konu olan KORONAVİRÜS bağlamında da Albert Camus’un VEBA kitabından birkaç alıntı yapmak istiyorum (metinde geçen “veba” kelimelerinin yerine “Kovid-19” ya da “Korona virüs” kullanabilirsiniz, 13’ncü dipnotlu paragrafta örnekledim):

“GERÇEKTEN DE FELAKETLER ORTAK BİR ŞEYDİR, ANCAK BAŞINIZA GELDİĞİNDE İNANMAKTA GÜÇLÜK ÇEKİLİR. DÜNYADA SAVAŞLAR KADAR VEBALAR DA MEYDANA GELMİŞTİR. VEBALAR (covid-19’lar) DA SAVAŞLAR DA İNSANI HAZIRLIKSIZ YAKALAR.” [13]

“Tarihte bu felaketin ilk kez ortaya çıkışı, Tanrı düşmanlarının cezalandırılması nedeniyledir. Firavun sonsuz tasarılara karşı çıkıyordu ve veba ona diz çöktürdü. Tüm tarihin başından bu yana, Tanrı’nın bu felaketi kibirlileri ve körleri dize getirmiştir. Bunu iyice düşünün ve diz çökün.” [14]

“Evet, düşünme zamanı geldi. Günün ağırlıklarından kurtulmak için pazar günleri Tanrıyı ziyaret etmek yeterli sandınız. Diz çöküp birkaç yakarma bu canice kayıtsızlığın bedelini rahatça öder,” diye düşündünüz.” [15]

“Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer aydınlatılmamışsa, iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir, insanlar kötü olmak yerine daha çok iyidir ve gerçekte sorun bu değildir. Ancak insanlar bir şeyin farkında değillerdir, şu erdem ya da kusur denilen şeyin; en umut kırıcı kusur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece kendine öldürme hakkı tanıyan cehalettir. Katilin ruhu kördür ve insan her tür sağduyudan yoksunsa güzel aşk ve gerçek iyilik diye bir şey olamaz.”[16]

Kur'an'i Hayat Dergisi
Kur'an'i Hayat Dergisi

Bu sayfa, Kur'ani Hayat Dergisi'nin resmi sayfasıdır. Dergiyi tanıtma amacıyla kurulmuştur.

Yorumlar