Sarp Yokuş: Pandemi

Tecrit edilmiş bir odada hastalıkla mücadele etmek ruhunda yaralar bırakıyor insanın. İyi olacağını söyleyen, umut veren bir elle dokunuyoruz kalplere. Önlük, maske, gözlük ve eldivenle de olsa gülümsüyoruz.

Sarp Yokuş: Pandemi

Tecrit edilmiş bir odada hastalıkla mücadele etmek ruhunda yaralar bırakıyor insanın. İyi olacağını söyleyen, umut veren bir elle dokunuyoruz kalplere. Önlük, maske, gözlük ve eldivenle de olsa gülümsüyoruz.

Kur'an'i Hayat Dergisi

Ruhunun rengini kaybeden bir kalp, nereye sığınır kelimeleri kanatsız kalınca? Toprak insanı ne kadar arındırır iddialarından? Herkesin herkese mesafeli yaşadığı bir dünyada bu kadar boşluğu ne doldurabilir? Sorunun olmadığı bir yerde soru işaretlerinin bir anlamı var mıdır? İnsan diyorum; içinde birçok cevapsız sorular taşıyan, anlam arayan, unutan ve kalbiyle sınanan bir varlıktır değil mi?

Her yıl olduğu gibi umudu ve sevinci yanına alıp çiçeklerle gelmişti bahar. Fakat şehirler, geçtiğimiz yıl onu biraz farklı karşıladı. Salgın hastalıkla birlikte insan türünün kalabalığı ve gürültüsü yerine ağaçlar, hayvanlar ve eşsiz manzaralar selamlamıştı mevsimi. Kuşlar sesini daha iyi duyurabilmenin heyecanıyla uçarken, denizler mavisini saklamamıştı kimseden. Artık yeni bir sayfa açıldı hayatımızda. “Mevsim bahar; ama ben baharı göremiyorum..” diyen görme engelli bir dilenci ile aynı duyguları paylaşıyor insanlık. Fıtratına dönüyor her şey, var olduğunu, dünyaya niçin geldiğini, nereye gittiğini fark ediyor. Sadeliğin zarafetini, yalnızlığın, evde kalmanın insanı onaran yanını, yavaşlamakla, özüne dönmekle huzur bulunacağını fark ediyor..

Sağlık çalışanları olarak bizler, hastanelerde bir hastaya daha teselli olabilmek için mücadele verirken, inziva hayatıyla varlığını anlamlandıran herkes için, kabul gören, ihtimam gösterilen bir durum pandemi. Her ne kadar kendine ve birlikte yaşadığı insanlara tahammül edemeyenlerin, evde kalmayı tutsak yaşam gibi görenlerin sabırları sınansa da iyi bir öğretmen oldu yaşadıklarımız. Zor zamanlarda kendimizi, zamanı ve olayları yönetebilme yetisi kazandırdı. Sağlığın her şeyden daha değerli olduğunu anlatmaya çalıştı. Ölümün beyaz yüzünü her gün rakamlarla, istatistiklerle gördük..

Gece vakti karşımızda güçlükle nefes alan, oksijen desteksiz uyuyabilmeyi hayal eden hastaları gördükçe nefes almak ve nefes aldığının idrakine varıp teşekkür etmek arasındaki farkı anlayabiliyoruz. Yoğun bakımlarda terminal dönemi yaşayan birinin son hallerini görünce kendi hayatlarımızı gözden geçiren, onları daha iyiye doğru tanzim edenlerden miyiz, yoksa ölümlerin bile ölümü hatırlatmadığı bir kalple mi yaşıyoruz? Tecrit edilmiş bir odada hastalıkla mücadele etmek ruhunda yaralar bırakıyor insanın. İyi olacağını söyleyen, umut veren bir elle dokunuyoruz kalplere. Önlük, maske, gözlük ve eldivenle de olsa gülümsüyoruz. Gözlerimiz yarınların daha iyi olacağını söylüyor. Sonra birden kandaki oksijen değeri, nabız giderek düşüyor, çırpınmalar, son serzenişler, kalp masajları, solunum desteği.. Ellerinden tutup ekrana bakıyoruz ve geri döndüğünü görmek, birbirimize bakıp tebessüm etmek, yorgunluk nedir bilmemek; mutluluk sebebi bizim için.. Kimileri parmağımızı hiç bırakmıyor. Zira insan son anlarında bir ses, bir nefes olsun istiyor yanı başında. Bazı hastalar dünyayı terk etmekte zorlanırcasına üzerindeki cihazları sökmeye çalışıyor. Pişmanlıklarını, acılarını, hikayenin eksik yanını, yarım kalan hayallerini terennüm ediyor kimileri..

Her gün ortalama 20 bin kez nefes alıp verirken hiç fark etmiyoruz değil mi? Solunum yetersizliği olan bir hastanın aldığı nefesi verebilmek ve tekrar almak arasında geçen mücadeleyi gördükçe yaşamak daha da anlamlı hale geliyor. Peki nasıl bir hayat? İnsanı salgın hastalık karşısında bu kadar aciz bırakan asıl sebepler neler? Daha fazla para kazanmak, daha çok tüketmek, sürekli aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemek, anlamsız eylemler yapmak, insanlık adına bir değer üretmeden nefes almak, yaşamak mıdır?

Dünya üzerinde artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını öngörebiliyoruz. Daha steril bir hayat bizi bekliyor. Yaşanan onca olumsuzluklara farklı bir pencereden bakmak ve bir sarp yokuş olarak gördüğüm salgın hastalıkları doğru okuyabilmek adına kelimelerimi Allah’ın yaşam koçluğuna, vahyin rehberliğine teslim etmeliyim. Beled Suresi 5-6-7. ayetlerde insanı çıkmaza götüren sebepleri üç başlıkta görüyoruz. Güç tutkusu, kontrolsüz tüketim ve sorumsuzluk.. Bütün insanlığı etkisi altına alan ve artık hayatımızın değişmez gündemi haline gelen koronavirüs ayetini komplo teorilerinden uzak, daha hayatın içinden okumak için kâinat, insan ve Kur’an kitabına yönelmemiz gerektiği kanaatindeyim.

Güç Tutkusu

Yeryüzünde her şeyin bir yöneticisi olduğunu, her yerde ve her şeyde O yoksa anlamsızlığın, kaosun ve trajedinin olacağını hep tecrübe etmiş insanlar. Fakat buna rağmen her şeye sahip olmaya, her şeyi yönetmeye, hep daha güçlü olmaya çalışmış. Oysa ki bizim için hazırlanan dünyaya gelme amacımız burayı yaşanmaz hale getirmek değil güzelleştirmek, iyiliği ve merhameti yaymaktı. Peki neden güçlü olmak ister insan? İlk aklıma gelen cevap ölüm korkusu.. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanmanın arka planında ölümle yüzleşmekten kaçış vardır. Kimi meydan okuyarak yönetmeye çalışır süreci, kimi aşırı tüketmeye başlar ve hızlı yaşar. Ortak noktada gücü, iktidarı, benliği hep elde tutma içgüdüsü vardır. Başka insanlar tarafından ortak akılla verilen, dünyayı daha iyiye doğru götüren bir güç algısında problem yok aslında. Asıl sorun o gücü tutkuya dönüştürüp zehirleyerek zulüm ile sonuçlandırmak. Güçleri birleştirip insanlık adına güzel işler yapmak da mümkün, gücü istismar etmek de. Mutlak gücü elde tutmak, ötekini hoş görememek, kendi gibi düşünmeyene söz ve bazen de yaşam hakkı tanımamak güç istismarının bir sonucudur. İşte koronavirüs sürecinde gördük ki kâinat, hayvanlar, bitkiler ve diğer canlılarla birlikte yaşaması gereken insanın onların yaşam alanına müdahalesi sonucu gücü yönetememesi, her şeye sahip olma isteği onu bir virüs karşısında güçsüz hale getirmiştir. Araştırmalar önümüzdeki elli yıl içerisinde bitki ve hayvan türlerinin üçte birinin yok olacağını öngörüyor. Buna sebep olmaya hakkımız var mı?

Kontrolsüz Tüketim

İnsan bencil arzularının peşinden koşan, tüketirken tükenen bir varlık. Kendi kendiyle sarhoş olan kalabalıklara küresel neoliberal benlik tarafından tayin edilen bir ufuk var. “Alış-veriş yapmalısın, tamir etmek yerine yenisini almalısın, sen her şeyin en iyisini hak ediyorsun, içindeki boşluğu dışına aldığın markalarla doldur, sürekli bir yerlere gitmeli ve yediğini, içtiğini paylaşmalısın, çıkarın her şeyin önüne geçebilir, senden önemli mi, bir kere evleniyorsun..” gibi fısıltılarla yaklaşır bize. Bu tüketim çılgınlığı ve sosyal mükemmeliyetçilik arasında sıkışıp kalan modern insan, var olmanın iletişim kurmak olduğunu unutarak yaşadığından beri kâinata tahakküm ediyor. Sadece doğayla kurduğu ilişki değil kendi türü arasındaki eşitsizlik ve adaletsizlik de oldukça dramatik. 8.3 milyara ulaşan dünya nüfusunun yüzde 80’i toplam servetin yüzde 6’sını kendi aralarında paylaşıyor. Geri kalan yüzde 94’lük para nüfusun yüzde 20’sine ait. En zengin 300 kişinin serveti en fakir 3 milyar kişinin servetine eşit! Kıyıya vuran çocukların, dünyaya sığmayan mültecilerin, gariplerin, güçsüzlerin âhıdır belki yaşananlar. Bir yerde zulüm varsa, incinmiş kadınların, yetim kalan çocukların duası elbet bir gün tecelli edecektir. Kontrolsüz tüketen, hep kendini düşünen narsist kişilikler sayesinde pandemi bu uçurumu daha da derinleştirebilir. Evde kalan, mesafelerle yaşayan insanların eve sığmayan hayatlara körlüğü devam ettikçe bireycilik artacak, empati yeteneğimizi kaybedeceğiz..

Sorumsuzluk

Karantina süreciyle birlikte yalnızlaşan insan, sorumluluklarını fark edebilmek, kendi iç dünyasına yol almak için önemli bir zaman kazanmış oldu. Tabiatı korumak, her canlıya ayet gözüyle bakmak, insan-insan ilişkilerinde doğru iletişim kurmak yerine yerinden ettiği her şey sorumsuzluğun bir parçası haline geldi.. Denizler artık daha temiz, hava kirliliği azalıyor, hayvanlar daha özgür yaşayabiliyorlar. “Allah, göklerde ve yerde var olan her şeyi insanın istifadesine sunmuştur.” (Lokman/20) Ama bunun bir sınırı olmalı değil mi? Her şeyi yeme özgürlüğü fıtrata yabancılaştırır, ekosistemi bozar. Sınırları olmayan bir hayatın bedelini sağlığı ile ödeyen ve asla ders almayan bizler Şura/30’un ihtarına muhatap oluyoruz sürekli: “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınızın bir sonucudur..” Ayetin devamındaki cümle teselli edici: “Neyse ki Allah birçoğunu affeder..”

İnsanı okumaya başladığımızda her organın, doku ve hücrenin kendi arasında iş birliği sağlayan bir iletişimi ve sorumluluğu vardır. DNA sarmalında bir sorun çıkarsa onarım hücreleri devreye girer. Kalp gibi önemli bir organın odacıkları arasındaki hız dinamiği, kapakçıkların hassas dengesi değiştiği anda ölüm kaçınılmazdır. Sorumluluğunu yerine getirmeyen ne varsa yok olmaya mahkumdur. Böyle muhteşem bir düzenle yaşayan, akciğerlerinde cam kırığı hissetmeden hiçbir ücret ödemeden binlerce kez nefes alan insan, neden can emanetine sahip çıkmaz, sorumluluklarının bilincinde olmaz? Hatalarını, eksiklerini, hayata ve olaylara bakış açısını ihya etmek yerine imha eder?

“İnsanların kendi elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde bozulma meydana geldi ve yaygınlaştı’’ (Rum/41) Kâinat müthiş bir düzenle yönetiliyor. Yaratılan her şeyin kendi içinde bir kodu, çalışma ilkeleri ve varlığını anlamlandıran Entropi Yasası vardır. İşte insan da o ilkelerini kaybettiğinde, varoluşuna dair sorumluluğundan uzaklaştığında düzeni bozmuş olur. Allah dünyayı 4 milyar 600 milyon yıl emekle insan için hazırlamışken bu emeği boşa çıkarmaya hakkımız var mı?!

“Hayatın niçinine cevap bulabilirsek, nasılına çok daha kolay cevap verebiliriz.” der Nietzsche. Anlam odaklı yaşamak, geçmişi tezekkür, geleceği tahayyül edebilmek için kendimizle baş başa kalabileceğimiz, evde kaldıkça ruhumuzun yaralarıyla yüzleşebileceğimiz zamanlar geçirdik, geçiriyoruz. Fark ettik ki ben’in ben olabilmesi için önce “biz” olmaya ihtiyacı varmış. İnsan insanın yurdu/umuduymuş. Wuhan kentinden başlayan bir salgın dünyaya yayılabiliyor ve herkesin önceliklerini değiştiriyor, planlarını ertelettirebiliyormuş. Lorenz’in meşhur kaos teorisinin önermelerinden biridir: “Amazon ormanlarında bir kelebek kanat çırparsa okyanusun diğer yanında fırtına meydana gelebilir.”

Beyyine Suresi’nden yaşadıklarımıza dair çıkarımlarda bulunduk. Peki nedir bu sarp yokuşu çıkmanın yolu? Cevabı devam eden ayetlerde:

“Bir insanı daha zincirlerinden kurtarmak..” (90/13) ayetini teknolojinin, eşyanın, paranın kölesi haline gelmiş insanın kendi zincirlerini kırması, prangalarından kurtulması olarak anlıyorum. Asıl özgürlük yaratıcıya teslim olmak, O’ndan başkasının üzerimizde tahakküm kurmasına izin vermemektir. Zincirlerini kıranlar ancak ideolojiler üstü düşünebilir, aşı üretebilir, bilimsel, nitelikli bilgi ortaya koyabilir, ‘öteki’ olarak görülenlere karşı hoşgörü geliştirebilir.

“Açlık gününde yoksulu, yetimi, yurtsuzu doyurmak.” (90/14-15-16) Koronavirüsle mücadele günlerinde işsiz kalan, gelirini kaybeden kim varsa elinden tutmak, zor zamanlarda eve sığmayan hayatlara dokunmak, kardeşlik bilinciyle yaşamak temel hedefimiz olmalı.

“İman edip sabrı ve merhameti tavsiye etmek..” (90/17-18) İman etmek tek başına yeterli değil elbette ki. Bir salih amelin öznesi de olmak lazım. Toplumsal dindarlıktan bireysel dindarlığa geçiş olarak görebileceğimiz zaman diliminde daha iyi insan olmadan Müslüman olunamayacağını hatırlayıp, ibadetlerin ahlâkı güzelleştirme, hayatı anlamlı hale getirme amaçlı olduğunu unutmayalım.

Duâ minarelerden ezberlenmiş metinler okumak değil; aşı üretmek, maske takmak, mesafeyi korumak, önlem almaktır. Pandemi süreci herkes için bir okul olmalı. Saint Exupery’nin bir sözü vardır: “Hiç kimse hem sorumluluk hem de ümitsizlik duygusuna aynı anda sahip olamaz.” Umudu diri tutmak da başka bir sorumluluğumuz.. Kâinat, insan ve Kur’an kitabını bütüncül okuyabilmek, nitelikli bilgi ve hikmetin peşinden koşmak, yaşananları daha sağlıklı yönetilme açısından oldukça önemlidir. Genetik bilgisiyle yaklaşık 5 attogram olabileceği varsayılan virüs, varoluşumuza, nereden nereye gittiğimize, hayatın anlamına dair yeni farkındalıklar kazandırmalı.

Evde kalma sürecinde sabır ve merhamet duygularımızın artması, içimizdeki nefret, ırkçılık, şiddet yerine sevginin egemenlik kurması en büyük kazancımız olacaktır. Gündemin kirli başlıkları altında ruhumuzu daha fazla yormayalım. Hayata politik gözlüklerden bakan, merhametini kaybetmiş, nefreti meslek edinmiş, güce tapan gücünü şiddetten alan, birilerini tekfir etmeyi, başkalarını linç etmeyi iyi bilen o kalabalık kütleyi kendi yalnızlıklarıyla, beşer kalan egolarıyla baş başa bırakalım. Biz iyiliğin limanına doğru yürüyelim birlikte. Yağmura bakalım, çiçeklere su verelim, toprağa dokunalım, bize iyi gelecek, aynı derdin yolcusu olduğumuz insanların kıymetini bilelim.

Yıllar sonra duyduğu ilk ses, gördüğü ilk ışıkla sevinen, adım atabilmek, ayakta kalabilmek için dünyaları verebilecek nice insanlar var. Henüz nefes almaya devam ediyorsak, görüyor, duyabiliyorsak, sabahın ruha dokunan serinliğini, yükselen güneşin heyecanını hissediyorsak, bir kez daha teşekkür etmeliyiz. Uyandığımızda bize bir “ben” armağan eden, kalbimizin kuyularında umut ve merhamet çiçekleri açtıran Rabbe..

Acıyı hastane odalarına hapsedip, beklemek eylemini duvarlara çizen herkesin “negatif” sonuçlarla, “taburcu” kelimesiyle hayata tutunduğu bir dünya burası.. Kalbimizin ve kelimelerimizin yumuşadığı, umudun hep yanı başımızda olduğu, hastalıklar karşısında sorumluluklarımızın farkına vardığımız, sağlıklı, huzurlu nice baharlara..

 

Kur'an'i Hayat Dergisi
Kur'an'i Hayat Dergisi

Bu sayfa, Kur'ani Hayat Dergisi'nin resmi sayfasıdır. Dergiyi tanıtma amacıyla kurulmuştur.

Yorumlar