Çölün Vahameti: Düşünmek Ne Demektir?

İnsan, kendine kapandığı vakit ancak aşkınlığı idrak edebilir. Kendine kapalılık, eşyayla ve kâinatla olan ilişkiyi düzenlenmesine zemin hazırlayarak durgunluğun zinde olmasıyla harekete -düşünsel eyleme- geçer.

Çölün Vahameti: Düşünmek Ne Demektir?

İnsan, kendine kapandığı vakit ancak aşkınlığı idrak edebilir. Kendine kapalılık, eşyayla ve kâinatla olan ilişkiyi düzenlenmesine zemin hazırlayarak durgunluğun zinde olmasıyla harekete -düşünsel eyleme- geçer.

Kur'an'i Hayat Dergisi

 

“Neye yarar insan dünyaları kazanıp da ruhunu kaybettiyse?”
Shakespeare

 

“Ve insan başkasının değil, sadece kendi çabasının karşılığını görecektir.”
Necm Suresi 39. Ayet

Hafızayı düşünmenin toplanması olarak ifade eden Heidegger, kendi hakkında düşünmesi gerekeni düşünen insanın, düşünen tarafının kendisini tutan taraf olduğunu belirtmişti. Dolayısıyla insanın düşünen tarafı, insanı “insan” kılan tarafıdır. Düşünmeye muktedir olabilmenin şartını da öğrenmeyi öğrenmek olarak belirten Heidegger, ruhun aklı kontrol altına alarak anlam haritalarını çıkarmasıyla, düşünmenin kendi anlamını kendi eylemiyle ortaya koyduğunu ifade eder. İnsan ancak düşünerek ‘anlam’a; yani gerçeğe, hakikate yaklaşır. İnsan, kendisi hakkında en hakiki anlamda düşünülmesini isteyen şeyden yüz çevirdiğinde, düşünmenin muhtevasını genişletmeye çalışsa da düşüncenin anlam sahasından uzaklaşmış; özne durumundan nesne durumuna, aktif konumdan pasif konuma geçmiş olur.

Yüzmenin ne “demek” olduğunu, asla yüzmek üzerine yazılmış bir makale ile öğrenemeyeceğimizi belirten Heidegger, “Düşünmek ne demektir?” sorusunu da düşünce üzerinden kavram üretmekle, düşünsel eylemi açıklamaya çalışmakla cevaplayamayacağımızı ifade eder. Gerçekliğe işaret eden imgeler dünyasına adım atmadan önce, zemininde kaygı bulunan en temel soruların cevaplanması, anlam’ın gösterge aracılığıyla zihni bir üst basamağa taşıması, çölün vahametini anlamak için elzemdir. Çölün vahametinin altında yatan neden, kaygı verici olanın “ne” olduğu sorusunun metafizik dünyayla ilişkisidir. Her kaygı verici olanın, zatı itibariyle hakkında düşünülmesi gereken “şey” olduğuna dikkatleri çeken Heidegger, insanın her şeyden önce şu soruyu kalbine sormasını önceler: “En kaygı verici olan, bizim hala düşünmememizdir; hâlâ, üstelik dünyanın durumunun gittikçe daha kaygı verici olmasına rağmen.”[1]

Düşünmeyi kendi nesnesi yapan saf refleksiyonun dışında kalmak, kaygı uyandıran zamanda en kaygı verici olanın ne olduğu sorusuyla muhatap olmaktır ve düşüncenin de en kaygı verici olana muvafık olduğu zaman gerçekleşebileceğini gösterir. Çölün genişlemesi, tahrip etmekten daha korkutucudur, geleceğin önünde duran ve tüm gelişmeleri içine alarak yutan bir kara deliktir. Nietzsche’nin zamanımızdan 140 yıl kadar önce “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ün dördüncü bölümünde kocaman bir çığlıkla, insanlığın eşiğinde bulunduğu felaketi haber veriyordu: “Çöl Büyüyor: Vay çöllere gebe olanın haline!” sözü, çığlık atmanın vermiş olduğu bir ıstırabı dile getiriyordu. Heidegger’in yorumuyla Nietzsche çığlığını koparmış, insanlara ve bilhassa bizzat kendine şu soruyu yöneltmişti: “Sizin, gözlerinizle işitebilmenizi sağlamak için, önce kulaklarınızın patlatılması mı gerekiyor? (sf. 22)

Nietzsche’nin 4 Ocak 1889’da cadde ortasında şuurunu kaybedip yere düştüğü ve cinnet geçirdiği günlerde, arkadaşlarına gönderdiği kâğıt parçalarında insanın özüne ilişkin tanımlamalarına rastlanmıştı. Bu notların daha sonra bir araya getirilerek “Cinnet Notları” diye toparlandığını biliyoruz. Notların birinde, 1988 yılında Kopenhag’da Nietzsche üzerine ilk defa halka açık seminerler veren Danimarkalı Georg Brandes’e şu ilginç mektubu göndermişti Nietzsche: “Dostum Georg’a. Beni keşfettikten sonra, hiç de öyle hüner isteyen bir şey değildi bulmak: Zor olan, şimdi beni kaybetmektir… Çarmıha Gerilen.”

İmkânsızlığa zemin oluşturan çölleşme, Heidegger’e şu soruyu sordurur: “Acaba Nietzsche, kaybedilmesi imkânsız olan şeyin kendisi ile birlikte ifadeye kavuştuğunu biliyor muydu?” Düşünce alanında aşmanın zorunlu olması gerektiğini ifade eden Nietzsche, insanın özüne dair yaptığı tahlillerde Batı düşüncesinin başlangıçtan beri insan hakkında düşündüğü şeyi ifade etmekte çekinmedi. “İnsan”ı tanımlarken, Batı aklının insanı tanımlama şeklini değiştirmeden, insanı “hayvan” olmaktan çıkarmadan tanımladı. İnsan, Batıda tüm tanımlamalarda bir şeyler yapabilen ya da yapamayan hayvan olarak kaldı.

Nietzsche’ye göre insan, daha henüz tespit edilememiş hayvandı. Sadece tasavvur edilebilen şey tespit edilebileceğinden dolayı, tespit edilen şey üst-insan’dı. Bu noktada şimdi de Heidegger’in insanı tanımlamasına geçelim. Heidegger’e göre ise insan, tasavvur eden hayvandı. Aklın sorgulanması ve zihnin kendisini tanımlaması her şeyden evvel elzemdi. Her yerde ve her şeyden önce kendisini tasavvur edebilmesi öncelikti.

Tasavvur, bir üst aşamaya geçişin anahtarıdır. Üst insana giden yol tasavvurdan geçeceğinden dolayı zahmetlidir, Nietzsche’nin deyimiyle insanın bir daha yıldız doğuramayacağı bir zamanın yaklaşması, üst-insan’a giden yolda en büyük engeldir. Altında uçurumların bulunduğu ya da tek bir ipten yapılmış bir köprüyle karşılaşılabilinir fakat üst-insan, kendi özünün farkında olan insandır. Bu anlamda Zerdüşt, henüz üst-insanın kendisi değil, O’na doğru öteye geçen, oluşan üst-insan olarak tanımlanabilir.

İnsanı “metafizik olanın kendisi” olarak gören Heidegger, insanı daha tasavvur edilememiş olarak gördüğünden hakikatle birebir ilişki kuran üst-insan’ı, öteye (metafiziğe) geçen insan olarak görmemizin daha uygun olduğunu belirterek, “üst-insan” kelimesi için yapılacak mutat anlamlandırmalara uygun düşecek yanlış ve şaşırtıcı tonlardan uzakta durmamızın gerektiğini belirtir.

Böyle Buyurdu Zerdüşt isimli eserinde Nietzsche, Zerdüşt’ün halka dönerek şöyle konuştuğunu söyler:

“Yazık! İnsanın iştiyak okunu insan ötesine atamayacağı ve yay kirişinin vınlamayı unutacağı zaman geliyor!” Zamanın insanı kendisinden uzaklaştıracağını daha o yıllarda gören Nietzsche’nin, öteye geçmenin gerçekleşmesi için aşılması gereken insan varlığının suretinin neden ibaret olduğunu da ifade eder.

  • İnsan nedir, varlığı neden oluşur?
  • Varoluşu neye delalet eder?

İnsan, Tefekkür Eden ‘Furkan’dır

Sevdiklerini mutlu ederek mutlu olabilen, korkularından kendisine Tanrı atayıp, umutlarından çeşitli iktidar sahalarına kendisini mahkûm edebilen, tokken hiç acıkmayacağını, açken hiç doymayacağını sanan, kendini keşfetmeden kendi dışındaki şeyleri keşfetmeye çalışabilen çok bilinmeyenli bir denklemdir insan. İmge depreminin merkez üssü konumunda bulunan, J.Baudrillard’ın deyimiyle dünyanın sonunun radikal bir biçimde konuşulmaya başlandığı, alışveriş çılgınlığının dur durak bilinmeden yaşandığı New York Beşinci Cadde’de bulunan kadavramsı varlıkların simülasyon dünyasından metafizik dünyanın sularında hakikat kozasına yaklaşmak, Epiküros’çuların yaptıkları gibi kendine kapanmaktır. İnsan, kendine kapandığı vakit ancak aşkınlığı idrak edebilir. Kendine kapalılık, eşyayla ve kâinatla olan ilişkiyi düzenlenmesine zemin hazırlayarak durgunluğun zinde olmasıyla harekete -düşünsel eyleme- geçer. Kendine kapalılık, Maurice Blondel’in L’action eseriyle başlatılan bir akım olan hareket felsefesinde ifade ettiği üzere, insan, hareketlerinin aile, toplum, vicdan, devlet, sosyal yaşam ve insanlık basamaklarından geçerek hakikate doğru ilerlemekte olduğunu idrak edemiyorsa kendini sorguya çekmesi; Kuran’daki ayetin ifadesiyle “Fe eyne tezhebun?” yani “Gidişin nereye ey insanoğlu?” sorusunu sorması gerekmez mi? (Tekvir Suresi 26)

İnsanın en önemli özelliği olan tefekkür edip hakkı batıldan, siyahı beyazdan, beyazı griden ayırabilmesi; Kuranî kavramla “Furkan olma” hali, insanın iyiyi kötüden ayırmasını zorunlu kılmaktadır. Kuran’da Zümer Suresi’nin 9. ayetinde insana sorulan “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” sorusu, zaten bilgi felsefesinin temelini de ortaya koymaktadır. Mustafa İslamoğlu buradaki “bilmeyen”i şöyle tarif ediyor: “Allah’ın kendisine verdiği hayat emanetini har vurup harman savuran, Allah’a yabancılaşmış, dolayısıyla kendisine yabancılaşmış, kendisiyle arasına mesafe koymuş, hakikate yabancılaşmış, dolayısıyla kendini unutmuş, hatta kendine düşman olmuş ve kendine en büyük kötülüğü yapmış biri bir olur mu?” Yine Mustafa İslamoğlu, Kur’an’da Cin Suresi’nin 14. ayetinde Müslüman tanımını, “hakikati arayan” olarak geçtiğini belirtirken, iman eden bir Müslüman’ın hayat boyu yapması gereken eylemi de aynı zamanda tanımlamaktadır: Hakikat yolcusu olmak ve hayatı boyunca da hakikatin arayıcısı olarak kalmak.[2]

İnsanın tarih boyunca yaşadığı serüveni dikkate aldığımızda, her insanın karşısında nihayetinde iki yol bulunur ve insan, karsısındaki bu yollardan birini seçmek zorundadır. Fransız yazar Simone de Beauvoir, insanın aşkın olmanın halini ölüm ve ötesine götürebilecek kayda değer bir çalışmanın varoluşuyla birlikte gerçekleştiğini belirtir ve “yazar” örneğini verir. Yazar, yapıtını tamamlayınca bir başka yapıta başlamak için sabırsızlanır ve “O zaman gözlerim arkada kalmayacak! Bu kitabımı da bitirince kıvançla ölebilirim…” der. 80 yaşına da gelse durmak için beklemez ölümü. Yazdığı çalışmasıyla, gelecek kuşaklara seslenmek isteyen yazarı, ölüm korkusunun bile durduramayacağını ifade eden Beauvoir, insanın varlığını varlaştırmak zorunda olduğunu ifade eder.[3] İnsanın varlığını varlaştırması; yani var kılarak fark etmesi, kendisini tanımasıyla birlikte, yani tanıma ve bilme sürecinde aşkın hale geçmesi ile mümkün olabilir. Aşkın hale geçebilen insan ancak, kâinatla ilişki kurup kendi konumunu belirleyebilir. Peki, kendi konumunu belirleyemeyen insan ne yapar?

Kuran’ın ifadesiyle “yaratılmışların en şereflisi” olabilen insan, ‘insan’ kavramına tarih boyunca çeşitli tanımlamalar yapmış, kendisini farklı açılımlar getirmeye çalışmış, gittikçe şahsiyetten uzaklaşarak birey konumuna yaklaşmış; bireyselleşmiş. J. Baudrillard’ın deyimiyle “kendisi hakkında her şeyin bilinmesinden çok, kendisi hakkında her şeyi bilmeye zorlanarak yabancılaştırılmış, yeni ve nihai bir köleliğin içine sürüklenmiş.[4] Kendi konumunu belirleyemeyip kendisi hakkında sürekli yeni tanımlamalarda bulunmuş:

  • Aristo: “İnsan politik bir hayvandır.”
  • Descartes: “İnsan düşünen bir havandır.”
  • Emile Durkheim “İnsan sosyal bir varlıktır.”
  • Friedrich Nietzsche: “İnsan daha henüz tespit edilememiş hayvandır.”
  • Andre Gide: “İnsan hisseden bir hayvandır.”
  • Karl Marx: “İnsan alet kullanan bir hayvandır.”
  • Albert Camus: “İnsan başkaldıran bir hayvandır.”

Bu listenin böyle uzayıp gitmesi, insanoğlunun aslında arayışını da göstermektedir. Hegel “Maddenin özü ağrılık, ruhun özü özgürlüktür” demişti. Dünyanın yoğunluğu arttıkça, kararsızlık oranımız da artıyor… Kararsızlık içerisinde kalan insana “insan yüzü kızaran tek hayvan”, “konuşan hayvan”, “düşünen hayvan”, “siyaset yapan hayvan”, “hayal eden hayvan”, “sosyal hayvan”, ”yaşarken öleceğini bilen tek hayvan” “tasavvur eden hayvan” vb. addedildi; ama bütün bu tanımlarda insan sonuçta “hayvan” olmaktan kurtulamadı. İnsanın en önemli yanını alıp öldürüyor, insanı salt tabiatın bir parçası olarak görüyor, diğer varlıklardan derece farkıyla ayrılan bir hayvan türü şeklinde yeniden tanımlıyorlar. İnsanı “verimli” bir hale getirerek ondan üretici ve tüketici olarak faydalanmak isteyen zihniyet, insanı “hayvan” olarak algıladıkları için evcilleştirmekten başladılar. Evcilleşen insan diğer hayvanlarla eş konuma geldi.

İnsan üzerine yapılan her tanımlama, teknoloji geliştikçe yalanlandı. Örneğin Yunus balıklarının da düşünen hayvan oldukları kanıtlandı. Bir başka hayvan türünün de hissedebilme güçlerinin olduğu, dolayısıyla insanın sadece hissedebilen hayvan olmadığını yazdılar. “Hayvanların en güzel tarihi[5] kitabında şu ilginç ibareyi anmadan geçemeyeceğim: "İnsan, düşünen tek hayvan değildir. Hayvan olmadığını düşünen tek hayvandır." Artık tanımlamalar üzerinde felsefe yapılmaya başlandı, insan “hayvan” olmaktan kurtarılamadı. İnsan madem düşünen bir hayvan olarak değerlendiriliyor, öyleyse hayvanı da “düşünmeyen insan” olarak değerlendirebilir miyiz? Kelimelerin yerlerini değiştirdiğimizde karşımıza çıkan sonuç doğruysa, önermelerimize ters açıdan da bakabiliyoruz demektir.

İnsan bilinci ve davranışıyla alakalı simge kuramının özünü oluşturmuş olan E. Cassirer, insanın simge oluşuna ilişkin tezlerini öne sürer, insanı simge yaratan bir varlık olarak görür. Simge yaratışı, insanın baş özelliğidir E. Cassirer’e göre. Kâinatta bulunan herhangi bir manevi kültür, herhangi bir mistik güç, bir koddan, bir göstergeden başka bir şey değildir. E. Cassirer’e göre benzer düşünceler geliştirmiş olan Sovyet ruhbilimcisi L. Vygotski de şunları yazar: “Göstergeleme, yani, göstergelerin yaratılması ve kullanılması, başlıca en genel etkinliğidir insanı; ruh bilimsel anlamda insanı hayvandan ayıran da budur…”[6] İnsanın hayvandan ayrılma noktası, hakikatle olan ilişkisinde gösterge oluşundan mı kaynaklanıyor?

Çekiçle Felsefe Yapan İnsanın Özü

Ahlakı göz etmeyip bakış açısını doğru istenç halinde konumlandırmaya çalışmaları, samimiyetten yoksun bir düşünce yapısının, “insan” kavramına getireceği doğru kavramların dahi tartışabilirliğini engelleyemiyor. Kavramlaştırmaya çalıştığımız şey, insanın kendini tanımadan önce madde dünyasının egemenliğini elde etmeye çalışmasıyla, çağdaş toplum düzeni ve ideolojilerin kararsızlığına uygun bir biçimde bedeninin ve ruhunun kararsızlığını örtbas edilmeye çalışması elbette... İnsan daha kendi aklıyla karar verdiği, kendi elleriyle yok ettiği kâinata ayak uyduramıyor. Bernard Williams’ın samimiyeti bir istenç meselesi olarak görmesi, insanın inandığını yüreğine dile getirmesiyle kendiliğinden oluşarak ortaya çıkabilecek bir eğilim içerdiğini ve bu yüzden de bizatihi karar verme ve seçimde bulunamayacağını ifade eder. Aynı düzlemde doğruluğun ise, metafizik açıdan kasıt, seçim, gayret ve yoğunlaşmış çaba içerdiğini belirtir.[7] Hakikat erdemlerinin, ahlakçıların baştan çıkarılma dediklerine karşı belli bir tür direniş içerdiğini belirten B. Williams, fantezi ya da bir dileğe karşı direniş içeren, samimiyetten yoksun bir şekilde ulaşılmaya çalışılan metafizik fonksiyonun bulunamayacağının da altını çizer. Yaratılmışların en şereflisi olan “insan”ın, kendisini hayvanla, bir sümüklü böcekle eş tutması, özünü bulmasında kendini hayvanla eş sayması, insanın ne kadar da özünden uzaklaştığının göstergesi değil midir?

Nietzsche, çekiçle felsefe yapmasının sonucu olduğunu düşündüğü, düşünmeyi yasaklayan Tanrı’yı (yani ruhban sınıfını; kiliseyi) neden öldürdü? Düşünmenin suç olduğu bir toplumda, Nietzsche’nin öğretisi, Platon’un hocası olan Sokrates’in kurduğu akademinin çıkış noktasına dayanıyordu. Sokrates’e göre hep öğrenci kalan insan, öğretmenine borcunu kötü ödüyor demektir.[8] İnsan, öğretmeni olan kâinat karşısında, ne zaman öğrenci konumundan öğretmen konumuna çıkabilirse, işte o zaman düşünsel eylemin doruğuna tırmanabilecek, anlam dünyasının sırlarını keşfedebilecek demektir. Nietzsche insanın ontolojik, etiksel ve rasyonel egoizm olarak ele alınabilen tarafını, insanın çıkarları doğrultusunda hareket etmesiyle varlıkla ve varoluşuyla ilişkin kuracağı bağları sökerek, “kişi nasıl kendi olur?” sorusunun cevabını “düşünmekte” bularak, hakikat perdesinin insanın kalbinde açılmasıyla, insana saldıranın gücü için, insanın kendine gerekli gördüğü düşmanı bir ölçü olarak görebilmekte olduğunun altını çizer. İnsanı “insan” kılan değerin ne olduğuna ilişkin arayışıyla, ölçü değerinin belirlenip uçurumda boşluğa atlayışın sinyalini verir adeta, başkaldırır: ''Yükseldikçe uçma bilmeyenlere daha küçük görünmemiz kaçınılmazdır.'' İnsan, göstergenin işlevinin sırrına vakıf oldukça, gösterge olgularından kaçıp hakikatin kendisine ulaşmaya çabalar.

Alfred Adler, insanın ruhsal-fiziksel varlığına ve yaşamdaki sorunlarına ilişkin tespitlerini içeren İnsanı Tanıma Sanatı adlı kitabında, insan olmayı, “insanın kendisini yetersiz hissetmesi ve üstün bir konumu ele geçirmek üzere çaba harcaması”[9] olarak tanımlar. Adler’e göre insanı tanıma sanatının temelleri, insan acziyetini idrak ettirerek fazla böbürlenip gururlanmasına izin verecek değildir. Kendi “ben”liğinin farkına varan insan, nasıl olur da kendini kâinatın en şereflisi konumundan indirip bir hayvanla eş tutabilir? Buradan anlaşılıyor ki, insanı insan kılan şey, ruh ve akıldır. Dolayısıyla ruhsal yaşamının amacı metafizik ile olan bağını belirler. Kâinatta kendi “ben”liğinin idrakine eremeyen, kendi konumunun idrakine nasıl erebilir? Herodot insanın ruhuyla olan ilişkisini şu veciz sözüyle açıklar: “İnsanın ruhu, onun yazgısıdır.”

Düşünmeye doğru çıktığımız bu yolda tanımlardan ve farklı bakış açılarından sonra feneri İslam’ın insana bakışına tuttuğumuz zaman, bir insanın kendisini bir sümüklü böcekle eş tutması, hem kendine hem tuttuğu hayvana zulümdür. Zulüm, bir şeyi yerinden etmektir. Kendine zulümdür, çünkü insanın kendisine yaptığı en büyük hakarettir. Hayvana zulümdür, çünkü hayvanı kendine; yani eşrefi-i mahlûkat olabilecek bir varlığa eş tutabilecek bir mertebeye çıkarmıştır.

Mustafa İslamoğlu, “Esma-ül Hüsna” derslerinde Kuran’ın ahlakı tamamlamak için gönderildiğini, dolayısıyla baştan sona bir ahlak kitabı olarak okunması gerektiğini belirtirken, Kuran’ın düşünme eylemiyle ilgili insanı şu 5 kavrama davet ettiğini belirtir:

1) Tezekkür: Zikir kavramının Kuran’daki karşılığı. Geçmişe yönelik düşünce anlamına gelir, “zakira” hatırlama yeteneğidir. O yüzden insanın antikaları, geçmişe yönelik dağarcığında bulunur. Zikir de bu anlamda hatırlamak demektir. İnsana yaratılırken verilmiş bir bilgi var ki hatırlamaktan söz ediliyor. Zira unutulmasa hatırlatılmazdı. Tezekkür, insana unuttuğu bilgiyi hatırlatmaktır. Kuran’ın bir ismi de bu anlamda zikirdir; Hicr suresinin 9. Ayetindeki “Zikri biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz” ayetindeki zikir Kurandır. Yine Zuhruf suresinin 36. ayetindeki Rahmanın zikri, Rahmanın ayetleri; yani Rahmanın kitabıdır. Bu anlamda Kuran, insana yeni bir bilgi vermek için inmedi, insanda yazılı olan bir bilgiyi; yaratılıştan fıtraten yazılan ayetleri insana okutmak için indi. İlk emir olan “Oku” emri, Allah’ın sana yaratılıştan fıtraten yazdığı kitabı oku” manasını içeriyordu.

2) Tedebbür: Tezekkürün tam tersi; geleceğe yönelik düşünce. Dübür arka anlamına gelir, tedbir kelimesi de buradan gelir; geleceğe yönelik bir eylem; yani “tedbirli ol” derken önünde seni bekleyen bir tehlike olabilir. Bu anlamda anı yaşa felsefesi, hayvani dürtülerle ortaya çıktığı pekâlâ söylenebilir. Zamanın nesnesi olabilir mi inanan bir insan? Allah’ın eline verdiği anı şekillendirsin diye Kuran tezekkürü ve tedebbürü emrederken anı yaşamak, düşünme eyleminden kaçmaktır. Anın öznesi olmaktır mühim olan; ana hükmetmektir önemli olan. Dolayısıyla Müslüman, yaşadığı zamanın içinde çer çöp gibi akan değil, yaşadığı zamanın yatağını belirleyendir. Nisa suresi 82. ayetindeki “Efela yeteddbüren Kuran” ifadeyi, “Hiç onlar Kuranla Tedebbür etmiyorlar mı? Kuran’la tedbir üretmiyorlar mı, Kuran’la geleceğe yürümüyorlar mı? şeklinde anlayabiliriz. Yani geleceğin projesini Kuran’la çıkarmıyorlar mı?

3) Tefakkuh: Geçmişten (tezekkür) ve gelecekten (tedebbür) şu ana damıtılan sonuçlardır. Fıkıh kelimesi de buradan gelir; fıkıh ilmi aynı zamanda içinde yaşadığımız hayata dair üretilen sonuçlardır. Diğer bir deyişle, tefakkuh; künhüne vakıf olmak demektir. Zaten fıkh etmek, bir eylem olarak her açıdan bilinenden bilinmeyene, görünenden görünmeyene ulaşmak anlamına gelir. Detaylıca düşünülen bir meselede varılan sonucu her açıdan değerlendirmek, aslına varmaktır. Tefakkuh için zihin yoğunlaşır; analiz eder; yoğunlaştığı şeyden damıttığı sonucu şimdi ve buraya taşıyarak fıkıh üretir. Böylece meselenin özünü; lehinde ve aleyhinde olanı ortaya çıkarır.

4) Taakkul: Tezekkür, Tedebbür ve Tefakkuh arasında bağ kurmaktır. Akıl zaten bağ anlamına gelir. Dolayısıyla mazi, hâl ve istikbal arasında bağ kurmak; aklın her aşamasında kullandığı bu ilkelerin son aşamasında kalben de zihnen de akletme sürecini ifade eder. Böylece taakkul, zihni yorarak anlamak; aklı erdirmek; yani akletmek gibi de ifade edilebilir.

5) Tefekkür: Tüm kavramları yani Tezekkür, Tedebbür, Tefakkuh ve Taakkul’u içinde barındıran, hepsini bir araya getiren ve tüm düşünme eylemini ifade eden şemsiye kavramdır. Kuran, insanı tefekküre davet ederken işte bu kavramlara yönlendiriyor. Dikkat ederseniz geçmişle (Tezekkür) geleceği (Tedebbür) Tefakkuh içine alırken; Tefakkuh ile beraber hem geçmişi hem geleceği Taakkul kendisinde toplamıştır. Tefekkür ise tüm bu kavramları kendisinde toplayarak düşünme eyleminin tüm süreçlerini ifade etmektedir.

 

 

Referanslar

1. Düşünmek Ne Demektir?, Martin Heidegger, Paradigma Yayınları.

2. Nüzul Sırasına Göre Hayat Kitabı Kur'an Gerekçeli Meal-Tefsir, Mustafa İslamoğlu, Düşün Yayıncılık.

3. Denemeler “Phrrhus ile Cinéas”, Simone de Beauvoir, Payel Yayınları.

4. Siyah “An”lar I-II, 1980-1990, Jean Baudrillard, Ayrıntı Yayınları.

5. Hayvanların En Güzel Tarihi, Çev. Bertan Onaran, Türkiye İş Bankası Yayınları.

6. L. Vygotski, Yüksek Zihin İşlevlerinin Gelişmesi.

7. Hakikat ve Hakikatlilik, Bernard Williams, Ayrıntı Yayınları.

8. Ecce Homo, F. Nietzsche, Dost Yayınları.

9. İnsanı Tanıma Sanatı, Alfred Adler, Say Yayınları.

 


[1] Martin Heidegger, “Düşünmek Ne Demektir?”, Paradigma Yayınları, s.2, 22.

[2] Mustafa İslamoğlu, “Nüzul Sırasına Göre Hayat Kitabı Kur'an Gerekçeli Meal-Tefsir”, Düşün Yayıncılık.

[3] Simone de Beauvoir, Denemeler “Phrrhus ile Cinéas”, Payel Yayınları, s. 73.

[4] Jean Baudrillard, “Siyah ‘An’lar” I-II, , Ayrıntı Yay., 1980-1990, Sayfa 96.

[5] Hayvanların En Güzel Tarihi, Çev. Bertan Onaran, Türkiye İş Bankası Yayınları.

[6] L. Vygotski, Yüksek Zihin İşlevlerinin Gelişmesi, s. 111.

[7] Bernard Williams, Hakikat ve Hakikatlilik, Ayrıntı Yayınları.

[8] Ecce Homo, F. Nietzsche, Dost Yayınları.

[9] İnsanı Tanıma Sanatı, Alfred Adler, Say Yayınları.

Kur'an'i Hayat Dergisi
Kur'an'i Hayat Dergisi

Bu sayfa, Kur'ani Hayat Dergisi'nin resmi sayfasıdır. Dergiyi tanıtma amacıyla kurulmuştur.

Yorumlar