Uzm. Dr. Mahir YEŞİLDAL İle “Salgın Psikolojisi” kitabı üzerinden salgın hastalıkların dününü ve bugününü konuştuk…

"Mümeyyiz akıla en çok da post-truth zamanında hakikatin üstünün kat kat örtüldüğü günlerde ihtiyacımız var."

Uzm. Dr. Mahir YEŞİLDAL İle “Salgın Psikolojisi” kitabı üzerinden salgın hastalıkların dününü ve bugününü konuştuk…

"Mümeyyiz akıla en çok da post-truth zamanında hakikatin üstünün kat kat örtüldüğü günlerde ihtiyacımız var."

Kur'an'i Hayat Dergisi

  • Günümüzde Covid hatalığına yakalanmaktan ziyade “ya yakalanırsam” korkusu var malum. Hepimiz bir gün sıra bize de geleceğini bilerek yaşamaya çalışıyoruz. Bu endişe ve korku duygusu bireylerin iç dünyalarında ne gibi hasarlar bırakıyor? Veya bu endişenin ne kadarı normal?

- Öncelikle belirtelim ki insan için kaygı da diğer tüm duygular gibi önemli bir işleve sahiptir. Örneğin yaşamımıza bir anlam ve değer katma çabamız da bir noktada ölüm kaygımızdan beslenir, dolayısıyla kaygıyı yalnızca olumsuz açıdan ele almak bizi yanlış bir noktada tutar.  Hiç şüphesiz kaygının salgın sürecinde işe yarar bir etkisi oldu, başlangıçta yaşanan kaygı ile herkes korunma çabasını arttırarak salgının artışı görece kontrol altında tutulabildi. Ancak ölüm gerçeğinin gündelik hayatımızın ortasına balyoz gibi inmesi kendimizi, yaşamımızı, nereden gelip nereye gittiğimizi sorgulamamıza da yol açtı diyebiliriz. Ölüm kaygısıyla birlikte süreci daha da zorlaştıran etken ‘belirsizlik’ti. Sadece kendimiz değil sevdiklerimizin de her gün ne olacağı belirsiz bir dünyaya uyandığıyla yüzleşmek gerçekten yönetmesi zor bir durum. Ve her birimiz önce belirsizliğe tahammül etmek gibi bir ödevle karşılaştık.

Sorunuzun diğer yarısına gelirsek yani bu kaygının ne kadarı normaldir diye, kaygının olumlu yönünü aktarırken bu etkinin ancak kaygıyı normal ölçüde yaşayanlar için mümkün olduğunu söylemeliyim. Peki kaygının normal düzeyi nedir; hayatın doğal akışından kopmadığımız, işlevselliğimizi gündelik işlerimizi sürdürdüğümüz, başkalarıyla ilişkilerimizi devam ettirip hayatımızı olağan ekseninde tuttuğumuz sınırlar normaldir. Eğer hayatın akışından koparsak o noktada hasar almaya başlıyoruz demektir. ‘Akış’ ifadesi kendimizi değerlendirmede önemli bir parametre, akışta olduğumuz yani kendimizi tamamen odaklayarak sürdürdüğümüz etkinlikleri sürdürebiliyorsak, kaygı bu akışı dağıtmıyorsa güvendeyiz demektir.

  • Salgın hastalıkların bir diğer boyutu olan damgalanma, dışlanma meselesi var. Bu ötekileştirmenin örneklerini salgının ilk dönemlerinde Çinli kardeşlerimize karşı yapıldığını gördük. Jose Saramago’nun Körlük eserinde de bu tip bir dışlanma/damgalanma ve yalıtımın nasıl sonuçlara yol açtığı anlatılıyor. Biz “mesafe” kavramı ile “dışlama”, “damgalama”, “ötekileştirme” kavramlarını karıştıyor muyuz acaba?

- İfade ettiğiniz gibi ‘sınır’ ve ‘ötekileştirme’ kavramlarını ayırmak bize sağlıklı bir kavramsal zemin sunacaktır. Her varlık kendi varoluşunu sürdürmek için ötekinden ayrışıktır, zaten duyularımız, düşüncemiz de belli bir sınırla mukayyettir. Yenidoğan, ilk aylarında ‘otistik evre’ dediğimiz ‘dünyayı kendi uzantısı’ olarak deneyimlediği bir safha yaşar, ne var ki bu safha 6.ay itibariyle biter ve artık ‘ortak yaşam’ evresiyle birlikte bebek ben ve öteki ayrımına geçmeye başlar. ‘Ayrışma-bireyleşme’ dediğimiz bu süreç her sağlıklı insan yavrusu için doğal bir gelişim olgusuyken, insan olmanın bir basamağında bir çelme ile düşebiliyoruz. Normalde olması gereken kişinin kendini ve ötekini birbirinden ayrı ancak birbiriyle doğrudan/dolaylı olarak bağlantılı varlıklar olarak konumlamasıdır, ben ve ötekine dair bu konumlandırmada ben ve sen arasında bir sınır, mesafe zaten doğal olarak vardır. Bu doğal konumlamada kırılma ben’in ‘iyi’, ‘sen’in ise ‘kötü’ olarak değerlendirilmesiyle başlar. Ben ve bana dair şeylerin yüceltilip, ötekinin parçalarının değersizleştirildiği bir konumlamaya geçtiğimiz anda maçın seyri değişiyor diyebiliriz. Bizim mahallenin çocukları sizinkilerden üstün görülmeye başlandığında artık düşman öteki gelişmeye başlıyordur ve bu bozuk düşüncenin sonuçlarını kestirmek güçtür. Mustafa İslamoğlu’nun ‘Yahudileşme Temayülü’nde efradı cami ağyarı mani bir ötekileştirme çerçevesi var, sanırım bu konuda o esere tekrar bir dönmek faydalı olacaktır. Özetlersek, insan ilişkisinin doğasında bulunan ben ve öteki sınırına iyi-kötü’yü ilkesel bir bakışaçısıyla değil de ben’e yakınlık-benzerlik ölçütüyle yerleştirirsek ‘ötekileştirme’nin kurbanları arasına girmiş oluruz.

  • Covid’le beraber öğrendiğimiz birkaç kavramdan biri de sanıyorum “mesafe” kavramı. Mesafe üzerinden tanımladığımız yeni alışkanlıklar, sadece kendine karşı sorumlu davranmayı değil başkalarına karşı da sorumlu davranmanın gerekliliğini ortaya çıkarttı. Bu toplumsal sorumluluğun bireylere düşen boyutunda Türkiye’nin ya da daha özelde Müslümanların karnesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında bu bakış açısı da bir önceki soruda açıkladığımız ben ve öteki ilişkisinin bozulmasının bir diğer örneği diyebiliriz. ‘Kötü öteki’den, ‘ötekinin ölümü’ne doğru düşüşe geçiyoruz diyebiliriz. Dünyayı tamamen kendi uzantımız gibi gördüğümüz, başkasının var olmadığı ya da varsa bile uzak-pasif bir noktada konumladığımız bu bakışaçısını narsisistik yapılanmadan biliyoruz. Bir yandan da sosyal medya mecralarının bu eğilimi beslediğini eklemek gerekir. Muhatabın olmadığı, iletişimde karşılıklılık esasının yok olduğu günümüz temaslarına ‘iletişim’ değil ancak ‘etkileşim’ diyebiliriz. Bu mecralarda ‘paylaşım’ denilen şey gerçek bir muhataptan yoksun olduğumuz için sadece öz bildirimler halinde ilerliyor. Muhatabın-ötekinin iletişim mecrasında kaybolmasıyla şüphesiz zihnimizde ve gündelik yaşamda da kaybını yaşıyoruz. Hepimizin ‘gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar’a dönüştüğü bu tabloda salgınla tekrar hatırlamamız gereken bir gerçekle karşılaştık: dünyada tek bir hasta kalmayana kadar salgın bitmiş olmayacak, sen ve ben bir bütünün ayrılmaz parçalarıyız. Bu hakikati hatırlamak, insan olma sorumluluğunu hatırlamak böyle zorlayıcı bir vesileyle olmasa sanırım bu kadar güçlü de anlaşılmayacaktı. Açıkçası insanlıktan bu salgın mesajıyla birlikte toptan bir iyilik hareketi beklemiyorum, zira süreç bizi sorumlu davranmak zorunda bırakıyor bir bakıma, insanlık karnemiz bir anda iyileşmeyecek, yine de yok olan ‘öteki’ bir biçimde sorumluluk alanımıza girmiş oldu. Müslümanlar özelinde bu karneyi değerlendirirken de hiç iyimser değilim. Öz’den kopmuş bir topluluğun ‘tam zamanında’ ahlaki bir duruş ortaya koyması beklenmez. Ta baştan beri kaliteden ödün vermiş Müslümanların pandemi sürecinde bütün insanlığın faydasına yaptığı tek olumlu hamleyi gösterebilir misiniz?

  • Özellikle ev içi ve beden temizliğinde Obsesif Kompulsif Bozukluk olarak tanımlanan takıntılı düşünce ve alışkanlık örneklerini görmeye başladığımız şu günlerde, virüsün ilerleyen zamanlarda yerini kaygı ile başlayan anksiyete virüsüne bırakacağını söyleyebilir miyiz?

- Anksiyetenin virüsten daha hızla bulaşıcı ve etkisinin de virüsten daha uzun süreli olduğunu açıkça ifade edebiliriz. Özellikle de bahsettiğiniz temizlik yapma davranışları gerçekçi sınırların üstüne çıkmış gibi görünmektedir. Bu durumu ilk kavramsallaştıran Le Bon meşhur eseri Kitleler Psikolojisi’nde kalabalıkların birbirlerinin davranışını nasıl modellediğini ifade etmiştir. Sağlıklı davranış sınırlarını aşmamızın temel etkeni şüphesiz kaygının da bulaşıcı olmasıdır. Blumer’in ifadesiyle söylersek kriz zamanlarında toplumdaki hakim ruh hali tarafından ‘öğütülürüz’ ve duygunun bulaşıcılığının önüne geçmekte zorlanırız. Nitekim salgının kıta Avrupa’sına sıçramasından kısa bir süre sonra ‘korona-fobi’ ve ‘korona atak’ gibi ifadelerle insanların salgına verdiği psikiyatrik tepkiler tanımlanmaya başladı. Benzeri biçimde 2009 SARS salgınında da salgın bittikten sonra da kaygının uzun süre devam ettiğini raporlayan psikologlar tarafından ‘duygusal epidemiyoloji’ kavramı tanımlanmıştı.  ‘Salgın Psikolojisi’ kitabımızda kaygının salgındaki etkisini tanımlarken önceki salgınların geride bıraktığı psikiyatrik tabloyu ele aldığımızda gördük ki özellikle de hastane yatışı olan bireylerde, izolasyon uygulanan bölgelerde travmatik belirtiler oldukça uzun süre devam etmiş. Ne yazık ki bu salgında da öngörümüz salgın bittiğinde bile kaygısının uzayacağı psikiyatrik belirtilerin bir süre daha yoğun biçimde görüleceği yönünde.

  • Günümüzde virüsten daha hızlı yayılan bir salgın türü olan “infodemi” kavramı ile ilgili bir sorum var; özellikle sosyal medyada Covid’e dair komplo teorileri üretmek konusunda ciddi bir etkileşim var. Ancak bu etkileşim sansasyonel bilgi ve hurafeler üzerinden ortaya çıkıyor. Kitlelerin aklını kullanmasını da manipüle eden bu davranış tarzını nasıl yorumluyorsunuz?

- Komplo teorilerinin hakikatin yerine geçmesi salgına münhasır bir durum değil malumaliniz. Post-truth dediğimiz bu zaman diliminde hakikatin kaybı söz konusu, artık bilginin üretimi de yayılması da kontrol edilemez bir halde. Bilginin herkes tarafından ulaşılabilir olması ne yazık ki bir ‘American dream’ (Amerikan rüyası) olarak kaldı. İnsanlar arasında yayılan şey hakikat kisvesine bürünmüş hurafeden başka bir şey değil. Hurafe tarih boyu vardı ve belli ki her zaman da olacak, çünkü hurafeden beslenen yapılar, zihinler var olmaya devam edecek. Bizim burada ‘sağlıklı yetişkin modu’ dediğimiz bir ego/benlik durumu var. Sağlıklı yetişkinler mümeyyiz akıl sahibidirler, yani temyiz gücünü kullanarak hurafe ile hakikati ayrıştırma gayretinde olanlardır. Mümeyyiz akıla en çok da post-truth zamanında hakikatin üstünün kat kat örtüldüğü günlerde ihtiyacımız var. Kitleye dahil olursak aklımızı manipüle edecek çok kişi/kurum bulunur. Bu yüzden ‘yetişkin’ dediğimiz benlik durumunda kişinin ‘fikri hür, vicdanı hür’ bir ufka çıkması hedeftir, aksi halde çocuk ya da ergen benlik durumundayız demektir.  Sağlıklı yetişkin komplo teorileri üzerinden etkileşimlere karşı pasif obje değildir, süje olmak yine bir başkasının bize yukardan bahşettiği bir hediye de değildir, bizatihi kendimizin halletmesi gereken bir meseledir yetişkin olmak.

  • Bu durum ontolojik olarak toplumsal bir hastalık olan bilginin mahiyeti ve kaynağına ilişkin bir ciddiyetsizliği de ortaya çıkartmıyor mu?

- Evet, bu konuya ‘ciddiyetsizlik’ demek çok yerinde bir tanımlama olur. Bir şeyi bilmeyebiliriz, ama o ilim alanına dair ciddiyetsiz olmak başka şey. Post-truthun getirisi hakikati yok etmek değil sadece, hakikat ekseninin bozulması asıl mevzuu. Pek çok kişi yalan yanlış verileri yaydığının farkında bile olmadan yapıyor bunu aslında, zira eksen kaymış, bu eksen kaybının doğal sonucu olarak hakikati kaybediyoruz. Mesela bir konunun ‘tartışıldığı’ bir tv programında konunun alimi ve cahili ‘kapıştırılıyor’ adeta. İyi de, sormazlar mı adama senin bu konuda tahsilin nedir, müktesebatın nasıl diye. Sormuyorlar :) işte bunun sorulmadığı zamana post-truth diyoruz zaten. Bilginin mahiyetine dair ciddiyetsizlik bireyleri aşıp kurumlara sıçrayarak egemen güç haline döndüğünde de toplumsal bir hastalık oluyor sonuç. Şimdi uçsuz bir malumat yığını içindeyiz, cüruf da diyebiliriz buna; hakikati, veri denizinde boğuyoruz, enformatik cehalet, yani herkesin asılsız veri ile ‘alim’ olduğu bir zaman diyelim. Şu sıralar gördüğümüz aşı karşıtlığı, karantina önlemlerine direnç de benzeri bir post-truth tavrı. Bilimsel olarak ortak aklın ulaştığı mevcut sonuç maske kullanımı ve sosyal ilişkilerde mesafeye dikkat etme gerekliliği iken, dünyada sayısız kişi bu konuda ciddiyetsiz davranıp önlemlerin lüzumsuz oluşunu ve hatta böyle bir virüs olmadığını iddia edebiliyor. İddia edilmesine sözüm yok ama bu iddianın bir rasyonel zemini yok, işte belki de post-truthun alameti farikası budur diyebiliriz. Zemini olmayan, havada uçuşan iddialar ve bu iddialarla amel eden kitleler, yığınlar.  

  • Covid 19 virüsünü durdurulamaz bir hale getiren, insanın eşya ile kurduğu ilişkide sınır ihlallerinden mi kaynaklanıyor? Yoksa bunu kötücül bir komplo teorisi olarak mı görmeliyiz?

- Pandemiyi insanın tabiatla ilişkisindeki sınır ihlali olarak okuyabiliriz. Nitekim daha önceki sıtma ve veba salgınlarında da benzeri biçimde doğanın dengesini bozmamızın sonucunu görmüştük. Bu durumu kitabımızda ‘doğanın intikam melekleri’ şeklinde tanımladık. Öyle ki daha önceki veba salgınının nüfusu azaltması olmasaydı Avrupa’nın da Etiyopya gibi çölleşmesi söz konusu olacaktı, o dönem yaşanan ciddi kayıplardan sonra doğa kendini toparlayabilmiş ve tekrar yeşillenebilmişti. Eğer salgın bizi bu gezegene yapıp ettiklerimizi düşünmeye yönlendirirse, önemli mesajlara ulaşacağız. Bugünkü iklim değişikliği, sayısız hayvan türünün neslinin tükenmesi, tohumlarımızın bozulması, su kaynaklarımızın azalması ve küresel ısınmanın etkileri gibi uzayıp giden zarar listemizin tek sonucu bu salgınla kalmayacaktır. 

  • Yakın zamanda “Salgın Psikolojisi” isimli bir eser kaleme aldınız. Bu eserde “kitlesel histeri” kavramsallaştırmasını kullanıyorsunuz. Nedir kitlesel histeri?

- Önce histerik hal nedir dersek, neredeyse sayısız klinik tabloyu içine alan geniş bir çerçevedir; ani bayılma nöbetlerinden tutun, ağlama krizlerine, depresyon ve kaygının şiddetli görüngüsünden, düşünme bozukluklarına kadar pek çok hale dönüşebilen güçlü bir ruhsal dağılma düşünün.  Kitlesel histeri ise, özellikle toplumsal kriz dönemlerinde bireylerin öz kontrollerini kaybedip ruhsal bakımdan -bazen fiziksel tepkiler de eşlik eder- savrulmalarıdır. Bireysel histeriden farkı bu halde yalnız olmamanız, kolektif biçimde aynı halin paylaşılmasıdır. Kitapta da belirttiğimiz güzel bir örnek var, 1962’de ABD’de bir fabrikada gerçekleşen ‘haziran böceği olayı’. Fabrika çalışanlarının birkaçının beyanı üzerine çalışanların hemen hepsi gerçekte var olmayan bir böcek nedeniyle gerilim yaşarlar. Öyle ki çalışanlar olmayan böcek tarafından ısırıldıkları gibi, halsizlik kusma ve ağrılarla karakterize fiziksel belirtiler de çıkartmışlardır. İşte kitlesel histeri budur, insan bir kez inanmaya görsün, bedensel tepkiler kolaylıkla ortaya çıkıverir. Kitlesel histerinin sayısız örneği var tarihte, ama özellikle de toplumsal kriz dönemleri bu tablo için son derece verimli zamanlar oluyor. Nitekim bu pandemide de kitlesel histerik bir tabloyu başlangıçta gördük. Asılsız haberlerle doğrudan beslenen bu ruhsal dalgalanmayı fark etmenin temel zorluğu etrafınızdaki kişilerin de aynı halden muzdarip oluşudur. Körler ülkesinde görmeye çalışmak gibi zor bir hal, kendinize kılavuz ya da ayna saydıklarınız da aynı körlüğe düştüğü için hakikate bireysel olarak ulaşmak durumundasınızdır.

  • Eserinizde sosyal medyanın insan benliğini beslediği ve bireylere sahte bir benlik/kendilik kattığına dair analizleriniz var. Bu durumun aynı zamanda ontolojik açıdan narsisizmi besleyen bir yönünün olduğunu, sanal ile gerçeğin içiçe geçtiğini ifade ediyorsunuz. Sorum şu; burada elde edilen tatmin duygusunun esasında sahte bir duygu olduğunun anlaşılması beraberinde başka travmatik sonuçlar doğurmayacak mıdır? 

- Narsisizm, muhatabın olmadığı bir yapılanmadır, kişi yalnız kendi odağındadır ve alemi kendinden ibarettir. Sanal ile gerçeğin karışması da en öncelikle gerçek bir muhatabın ölümüne neden oldu. Bu yeni dünyada hiç kimse gerçek bir ilişkinin sorumluluğunu almak durumunda değil, istediğinizi yazıp, kendinizi hayal gücünüze göre kurgulayabilirsiniz ve ilişkinizi de bu hayal üstüne inşa edebilirsiniz. Bu bir tatmin sağlar mı, evet sağlar. ‘İdeal ben’ dediğimiz şeye bir anda ulaşmış gibi hissedebilirsiniz çünkü. Ancak işler planladığınız gibi gitmediğinde bu sanal alemde de kırılmalar yaşanabilir. En yaygın örneğini flört uygulamalarında görüyoruz. Sayısız kişi ilişkilerini buradan başlatıp gerçeğe taşımaya kalktığında kırılma yaşanması neredeyse kaçınılmaz oluyor. Sahte isimden tutun, mesleğe, aile yaşantısına kadar tamamen kurgu olan kimliklerle karşılaşabiliyorsunuz bu mecralarda. İsim ya da işiniz kurgu olmasa bile, ancak gerçek temasla ortaya çıkabilecek tüm özelliklerimizden yoksun, neresinden tutsanız elinizde kalacak bir zeminde sürebiliyor temaslar. Günün sonunda travmatik bir bitişe gitmek çok daha kolay oluyor buralarda. Üstelik travmatik sonuçlar yaşanmasa da bizi büyüten geliştiren yol ilişkilerdir, sosyal ilişkilerin bize kendimizi görmemizi sağlayan bir ayna olması kazanımını sanal dünyaya geçişle kaybetmiş oluyoruz. Kendimizden kendimize gidip geliyor temaslar ve biz büyümenin en önemli araçlarını elden kaçırmış oluyoruz.

  • Toplumda sağlıksız ilişkilerin devam ederek içinden çıkılamaz bir hal almasından “travmatik bağlanma” (travmatik infantilizm) olarak tanımlıyorsunuz. Bu problemin semptomlarını sadece bireylerde değil aynı zamanda kümülatif olarak da toplum içinde görmekteyiz. Bu tip bir ilişki içerisinde olanlara önerileriniz nelerdir?

- Travmatik bağlanma, bize zarar veren toksik yani zehirli bağların sürdürülmesidir. Bu bağlanma biçimi ikili ilişkilerde yani ebeveyn-çocuk ilişkisi ya da kadın-erkek duygusal ilişkilerinde görüldüğü gibi belirttiğiniz üzere topluluk düzeyinde de gerçekleşebilir. Böyle bağlanmalarda ilişki, zehirli bir sarmaşık gibi duygu ve düşünce dünyanızı ele geçirir, kendilik deneyiminiz bozulur. Dolayısıyla bu ilişkinin zehirli kısmını anlamak da ayrışmak da epeyce güçtür, zira çoğu zaman kişi nasıl bir zorluğun içinde olduğunu bile fark edemez. Bu tip ilişki sürdürenlere ilk önerim; tanımlamakta zorlanabilirsiniz çünkü bağlandığınız kişi/grup yüksek düzeyde manipulatif olabilir ama öncelikle bir birey olmanızı, kendi yaşamınızın aktif öznesi olmanızı engelleyen ilişkileri sorgulayın. İlk önerim sorgulama, zira sorgulamadan göremeyiz ilişkinin mahiyetini. Bu sorgulamayı ilişkinin toksik etkisinde yapmak da zordur, çünkü düşünceniz duygunuz o zehrin etkisindedir, bu nedenle profesyonel destek almanız ya da bu ilişki sarmalında olmayan biriyle deneyiminize birlikte bakmanız faydalı olabilir. Bir ilişkinin travmatik bağlanma olup olmadığını anlamak için pek çok kritere bakılabilir, ama ben özellikle de ‘kendi hayatımızın aktif öznesi’ olmak gibi bir üst başlıkta tanımlıyorum, elbette bu başlığın içine doğrudan şiddet içeren, fiziksel-ruhsal sağlığınızı ve sosyal kimliğinizi de tehdit eden tüm durumlar girebilir. Elbette fark edip tanımladıktan sonra, kendi iyiliğimiz için böyle bağları hayatımızda sonlandırmak da kendimize karşı temel bir sorumluluk diyebilirim.

  • Eserinizde verem hastalığına yakalanan Çehov, Geroge Orwell, Jane Austen, Balzac gibi güçlü edebiyat kalemlerinin kendi çağlarında yaşanan salgınları eserlerine taşıdıklarından bahsediyorsunuz. Yine Platon’un “birey için kötü olan bazen toplum için iyi olabilir” sözünü salgın hastalıkların toplum için bir faydaya dönüşmesi imkanı üzerine söylediği düşünüldüğünde, toplumsal bir travmanın o toplum için faydaya dönüşmesi mümkün müdür?

- Travmanın iki klinik sonucu var; travma sonrası stres bozukluğu ve travma sonrası büyüme. Bir travmanın ardından bu iki tablodan hangisinin ortaya çıkacağını yordamamızı sağlayan bazı değişkenler var şüphesiz, bu değişkenlerin olması ile travma olumlu bir dönüşüm hikayesiyle sonlanabilir, bu mümkün. Örneğin ‘psikolojik esneklik’ dediğimiz bir mekanizma var, eğer kişiler zorlandıkları yaşam olaylarında o güne kadar kullandıkları yöntemler işe yaramıyorsa yeni bir başa çıkma yoluna geçebilmelidirler, eski yöntemde saplanıp kalmadıkları müddetçe psikolojik esneklik kazanılmış oluyor ve böylece travmanın bizi kırma gücünü azaltmış oluyor. Benzeri biçimde hayatımızda bizi destekleyen sosyal ilişkilerimiz varsa ‘psikolojik dayanıklılık’ katsayımız artıyor ve travma öncesinden çok daha güçlü hale gelebiliyoruz. Özetle, eğer dayanıklılık ve esneklik gibi mekanizmalarımızı çalıştırırsak travma bizi güçlendiren bir imkana dönüşmüş oluyor.

  • Antik Yunan’da itibaren normal dışı davranışlar kutsalla ilişkilendirilerek açıklanırken, bireyler yaşadıkları zorlukları aşkın bir amaca hizmet eden güçlü bir inanç olarak görmekte ve bu deneyimlerini Tanrı’ya havale etmektedirler. Yine Ortaçağ Avrupa’sında her türlü ruhsal hastalığın “ilk günah”ın bir sonucu olarak algılanması ve hatta deliliğin Tanrı’nın bir cezalandırma biçimi olarak kabul görmesi gibi inançlar var. Oysa Kur’an ve diğer kutsal kitapların da çoğu, insanoğlunun yaşadığı zorlukları ve felaketleri ilkelerden yani ahlaktan kopmanın bir sonucu olarak ifade etmekte ve bunu kendi elleri ile ettiklerinin bir sonucu olarak tanımlayarak, bireyleri kendi eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmeye davet etmektedir. Bu bağlamda toplumların ilkelerden kopmasını nasıl değerlendirmek gerekir?

- Pandemi sürecini tabiattan kopuş olarak tanımlamam tam da bu söylediğinize işaret eder, insanoğlu kendi eliyle yapıp ettiğini yaşıyor şu anda. Bu noktada bu sorumluluktan kaçmak için çeşitli komplo teorileri üretiliyor, virüsün laboratuvar üretimi olduğu, Bill Gates’in özellikle virüsü ürettirdiği ya da aşılarla insanlara çip takılacağı türünden komplo teorileri insanların sorumluluktan kaçmasının bir yansımasıdır.

  • Aşı ile önlenebilir onca hastalık varken toplumda yaygın olan aşı karşıtlığını geleneksel kodlarımızla bir ilgisi var mıdır? Dışarıdan olanı kabul etmeme veya Batı’dan gelen her türlü bilimsel doneleri toptan reddeden cahilane bir takım tutumlar var biliyorsunuz..

- Evet, belirttiğim gibi, aşı karşıtlığı üzerinden de görülen bilim düşmanlığı post-truth’un karakteristik yansımalarından biri. Burada mühim olan hiçbir bilimsel, rasyonel zemine dayanmayan gerekçelerle aşının reddedilmesi. Zaten bilim insanları aşının güvenirliğini bilimsel ölçütlerle analiz ediyor ve bir karara varıyor, fakat sayısız insan akla sığmaz gerekçelerle aşıya, ilaca karşıt tutumu benimsiyorlar. Ne diyelim, aklın ışığını kaybettiğimizde ipin ucunun varacağı yeri kestirmek güç oluyor.

  • Türkiye’nin pandemiye karşı müdahalesini nasıl değerlendirirsiniz?

- Bütün dünyayı ekonomik, siyasi olarak etkileyip sağlık sistemlerini altüst eden bu global felaketten ülkemizde payını fazlasıyla aldı. Tabii gerçek bir değerlendirme için henüz erken, zira süreç devam ediyor, tüm dünyada salgın sonlanmadan insanlığın ya da Türkiye’nin karnesini açıklamak mümkün değil. Şu an hepimiz için güzel gelişme aşılanmanın başlaması. Ülkemizde de aşının başlaması elbette sevindirici, umuyorum ki aşılanma süreci aksamadan ilerler ve kayıplarımız azalır, hastalarımız sağlıkla tabucu edilir. 

 

 

Kur'an'i Hayat Dergisi
Kur'an'i Hayat Dergisi

Bu sayfa, Kur'ani Hayat Dergisi'nin resmi sayfasıdır. Dergiyi tanıtma amacıyla kurulmuştur.

Yorumlar